Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam133
Toplam Ziyaret740030
Mutlu Yıllar

Sürekli anlaşmazlığın ve uyumsuzluğun nedenleri; kadınla erkek arasındaki dinsel ve yasal engeller ile toplumların arasındaki sınırlar ve kurallardır!
Adnan YALIM


Yeni yılda çocuklarınıza, bilgi yerine, özgün olanı; sporu, müziği, resim çizmeyi, kitap okumayı, yemek yapmayı, insanların birbirlerinden farklı olduklarını anlamalarını sağlamak için de, sanatı öğretin!

Ayrıca; sembol ve ritüeller yerine,

Değerleri; dil ve sanat, hukuk ve tarih, sorumluluk ve sorgulama, çevre ve iklim bilincini...

♠ Yaşamayı; kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden yaşamayı...

Benlik edinmeyi; "kul benlik" değil, "özerk benlik" edinmeyi...

Düşünmeyi; kimseden emir almadan, bağımsız düşünmeyi...

İnanmayı; safsatalara değil, başarıya inanmayı...

Başkalarına değer vermeyi...

Ekip çalışmasının önemini... 

...öğretin çocuklarınıza!

Köy Odaları

KÖY ODALARI

CELALETTİN ÖLGÜN

İlk kez 2004 yılının Mart ayında yayınlamış olduğumuz "Köy Odaları" adlı bu geniş anlatı köyümüz öğretmenlerinden sayın Celalettin Ölgün tarafından yazıya yansıtılmıştır.


Anlatılanlara göre odalar, 80 - 90 yıl öncesinde köydeki sülale denilen aile guruplarının özellikle kış günleri, kendi aralarında toplanma yeri özelliğindeydi. Karayusuflular aşağı mahalledeki Ali Kea’nın, Kırımlılar orta mahalledeki Bılkınınoğlu’nun, Delioğlanlılar yine orta mahalledeki Aliosman’ın ve Hacı Etem’in, Kelemenli ve Deliimmetliler Tıstıs Zekere’nin, Kızılhalilliler caminin yanında bulunan Hallavların, Meleklililer körçeşmenin hemen üstündeki Bekir’in, Handilliler Dişli’nin, Şehirliuşağı ise yukarı mahalledeki Konak adı verilen odada toplanırlardı. Bunlardan başka bugüne kadar gelmiş Samcak Ali’nin, Yaabın Irıza’nın, Turpoğlan’ın odaları bulunmaktaydı. Samcak Ali’nin odasına Köşgerliler ve en çok da odalarında kavga edenler, küskünler ya da uyumsuzlar gelirlermiş. Konak’tan başka odaların hepsi sahipli olduğundan tüm giderler sahiplerince karşılanırmış. Fakat “Ortak eşek çulsuz gezer.” atasözünde de olduğu gibi kerme, tezek gibi yakacakların; beziryağı, gazyağı gibi aydınlatma gereçlerinin sağlanması, damının çoraklanması, temizliği gibi bazı konularda toplum arasında sık sık sorun çıkarmış. Sürekli birbirlerine küs olan Çöllüler’in odası olmadığını da belirmek gerekir.

1945 yılından sonra (çok partili düzene geçiş dönemlerinde) bu sülale odaları; Demirkıratçı, Halkçı, Bölükbaşıcı odaları olarak ayrılmıştı. Halkçıların merkezi Zekere (Zekeriya)’nın odası, Demirkıratçıların merkezi Bılkıların ve Aliosman’ın odası olmuş. Bölükbaşıcılar da genelde Ali Ağa’nın odasını üs olarak kullanmışlar.

Odalara genellikle orta yaşın üstündekiler gidermiş. Gençler yarı oda işlevi gören, ara sıra kağıt oyunları oynatılan ve Dükkan denilen bakkallarda; lokum, helva ya da fıstık karşılığı oyunlar oynayarak vakit geçirirler, yeni yetmeler ise ahır sekilerinde eğlenerek zamanlarını değerlendirirlermiş.

Gerçekte odalar gelenek, görenek, ortak kültür ve toplu yaşama kurallarının yeni kuşaklara aktarıldığı, onların yetiştirildiği eğitim yuvalarıdır. Zaman zaman Ürgüplü Refik Başaran, Geycekli Aşık Hasan gibi saz ve söz ustaları buralara uğrar, oda toplumuna hoş vakitler geçirtir, müzik şöleni verirlermiş. Bundan da önemlisi köyde ya da çevrede bilen (alim) insanlarca din, ahlak, tarih ve tarım konularında bilgiler verici sohbetler yapılır; koyun, kuzu, şişek, toklu, yozlak, çeltek, at, kısrak, aygır, kulun, tay, deve, köşek, boduk, puhur, maya, kervan, savran, inek, öküz üzerine konuşulur, en çok da bu sohbetler sırasında oda toplumu birbirine takılır, dedikodu yapar ve gerçekleşemeyecek tasavvurlarda bulunurlarmış. Zaloğlu Rüstem, Kan Kalesi gibi Hazreti Ali Cenkleri, Kerbela Vakası, Kısas-ı Enbiya, Binbir Gece Masalları, Kerem ile Aslı, Yusuf ile Züleyha, Arzu ile Kamber ve benzeri konularda kitaplar okunurmuş. Odaların önemli bir işlevi de, köyde evinde kalacak tanıdığı olmayan yolcuların, alışveriş için gelen çerçilerin, deşiricilerin atlarıyla, itleriyle konuk edilmeleri, barınma ve beslenmelerinin sağlanması yönünde sosyal içerikli bir yer olmasıdır. Özellikle dini bayramlarda erkekler bayram namazındayken, kadınların bin bir özenle hazırladıkları sini sini yemekler bu odalara getirilir, camiden çıkan erkeklerce bu yemekler yenir ve bayramlaşılır bu sırada da küs olanlar barıştırılırmış.

Odaların bir de yönetsel işlevi bulunmaktadır. Odası olmayan bir kimsenin muhtar adayı olması bile hoş karşılanmamıştır. Muhtar, odası olanlar içinden seçilmekte ve köyü bu odadan yönetmektedir. Muhtar odası, günlük oturulup vakit geçirilen yer olmanın yanında köy içindeki basit anlaşmazlıkların çözümlendiği, küçük suçların cezalandırıldığı yerdir.

Ali Kea’nın odasında, o zaman köyün tek rüştiye okumuş, muhtarlık yaptığı dönemde, geçilmesi zor olan göllüpınar altındaki dereye mezar taşlarını söktürerek basamaklı taş set yaptırıp doldurtmasıyla da bilinen, bilgi yüklü ve “Ketıl” takma adlı Yusuf, her gece Kuran’dan tefsirler yapar, Cumhuriyet yönetiminin erdemlerinden anlatırmış. Ketıl’ın sohbetinde bulunup söyleşisini dinlemek isteyen meraklılar hergün ilk akşamdan odada yer kaparlarmış. Bu söyleşilerin ünü çevrede o denli yayılmış ki Kayaltılı Topal Hasan Ağa, Karayağlaklı Lomen Ağa, Topaklılı Hacı Avşar Ağa, Çalışlı Rıza Bea bu sohbette bulunmak için zaman zaman gelip konuk olurlarmış. Ayrıca odada haftanın iki günü Abdullah Hoca’nın anlattığı ilginç masallar dinlenirmiş.

Buna dair şöyle bir anlatım vardır. Kel Nutu, kısa boylu, kurnaz birisidir. Ömrünün çoğu çobanlıkla geçmiştir. Onun için, “Değneği karnına dürtsen bir sürü koyun, kuzu meleyerek dışarı çıkar!” derler. Ali Kea’nın odasında, neden çıktığı bilinmeyen bir tartışma üzerine Nutu, Bambul’a “Seni suya götürür, susuz getiririm.” diye meydan okumuş. Getiririm, getiremezsin, çeşmeye varınca içerim, içemezsin tartışması biraz da diğerlerinin kışkırtmasıyla ciddileşmiş. Olayı sonuca bağlamak için çıkıp birlikte hiç konuşmadan ortaçeşmeye varmışlar. Bambul suyu içmeye hazırlanınca Nutu’nun “Bak arkadaş, biz tanık getirmeyi unuttuk. Şimdi sen içtim diyeceksin, ben içmedi diyeceğim, her ikimizde yalancı çıkacağız. Gel gidelim bir tanık getirelim onun yanında içebilirsen iç.” önerisi Bambul’ca da uygun görülmüş, dönüp odaya gelmişler. Nutu,“Sorun bakalım su içti mi?” deyince Bambul’un, tanık, şahit gibi bir şeyler söylemesi gürültüye gitmiş ve neden su içmediğini kanıtlayamamış.

Aynı odada değişiklik olması için Abdullah Hoca bir akşam herkese, yaşamdan beklentilerini ve kendilerinin neleri olmasını istediklerini sormuş. Kimi çok sulu bir tarlasının olmasını, kimi borçlarının ödenmesini, kimi bin baş koyunun olmasını, kimi hem iyi koşumluk hem de binek atlarının olmasını, kimi de ikinci bir karısı olsun istemiş. Sıra Atçı’nın Ahmet’e gelmiş. Onun istediği biraz farklıymış. “Kayseri’deki Kurşunlu Cami’nin hocasının ilmini isterim!” (Mehmet Akdemir’den derlenmiştir.)

Yine şöyle bir hikaye dillerde dolaşmaktadır. Dağınardı köylerinden birinde yaşayan bir şahıs, sığır güderim ya da bir sürüye çoban (veya çeltek) dururum umuduyla Zekere’nin odasına konuk olmuş. Önceden çobana “Bir tek Mehmet Ağa’nın çobana gereksinimi var. O da iyi it haylayanı sever, onu tutar. Akşam odaya gelince ona haylamayı iyi yaptığını gösterirsen biz de zorlarız. Bu işi bitmiş bil.” demişler. Akşam oda toplumu toplanmış. Köylü konuğu hoş beş ettikten sonra değişik konularda söyleşi başlamış. Çoban adayı unutulmuş. Bunun üzerine çoban adayı bir anda diz vermiş, elini kulağına götürüp “Ha yavru ha! Ha yavru ha!” diye köpek haylamaya başlamış. Çobanın aniden bağırmasıyla topluluk neye uğradığını şaşırmış. Sanki sürüye canavar saldırmış da köpekleri kişkirtip cesaretlendiriyor! Gündüzden çobana akıl verip haylama zamanını işaret edenler ise köşede kıs kıs gülüyormuş.

Yine bu yıllarda yaşanan bir anı şöyledir. Turşu Ahmet, babası Musa Çavuş ve analığıyla iyi geçinmez, bazen kavga ederk, bazen küserek evden kaçıp gurbete çıkarmış. Gitti mi üç, beş yıl, hatta daha uzun süre gelmediği olurmuş. Bir seferinde yine uzun süre gidip geri dönmüş. Babasıyla küs olduğu için, belki araya girer barıştırırlar umuduyla, babasının oturduğu Zekere’nin odasına konuk olmuş. Aydınlatma aracı olarak kullanılan, duvarda asılı gaz lambasının tam altına oturmuş. Oda sakinleri birer ikişer gelip yerlerini almışlar. Musa Çavuş da gelip oturmuş. Bir zaman geçtikten sonra lambanın altındaki karanlığa sinmiş kişiyi merak edip: “Şu yeğeni tanıyamadım, kim ola?” deyince, topluluk hep bir ağızdan cevap vermiş: “Biraz sonra tanışırsın!”

Yine bu yıllarda Bılkı’nın başından geçenler şöyledir. Ne anlama geldiği bilinmez “Bılkı” babasının lakabı olduğu halde kendisi de Bılkı lakabıyla anılırdı. Kurtuluş Savaşı’na katıldığı halde “Savaştan kaçtığı için gazi sayılıp madalya alamadı” diye anlatılır. Birgün Bılkı’nın odasına Sarılar Köyü’ndeki eniştelerinden biri gelmiş. Hoş beşten sonra, merakıyla bilinen, o köyde çok tanıdığı olan oğlu Mahmut’un sorduğu her kişi ile ilgili, “İyidir zaar. İyidir zaar.” diye yuvarlak yanıtlar veriyormuş. Bılkı her sorusuna “İyidir zaar!” diye yanıt alınca, “Yahu enişte, sizin köyde kaç tane zaar var!” diye sormuş. Enişte sorudaki iğneyi anlayamamış olmalı ki, “Filanın var. Falancanın üç enikli karabaş zaarı var. Geçenlerde falan ala bir zaar getirdi.” diye Sarılar’daki zağarları saymış.

Yine bir gün Bılkı’nın odasına askerlik arkadaşı, Aşağıbararak Köyü’nden Hacı Sülü Ağa konuk olmuş. Söyleşilerden sonra bir ara Bılkı: “Sülü Ağa, sana çay, kahve ikram ederdim ama dolabın anahtarını yitirdik, açamıyoruz.” demiş. Hacı Sülü de bunun üzerine, cebinden kendi dolabının anahtarını çıkarıp, Bılkı’nın dolabını açmış. Fakat gördükleri karşısında şaşırmış; çünkü dolap bomboşmuş. “Hani lan burada çay, şeker? Hani kahve? Yok olduğu halde beni mi kandırıyon?” deyince, Bılkı: “Misafirliğini bil ulan dürzü. Misafir ev sahibinin eşeği sayılır, önüne ne dökerse yedirir, nereye isterse oraya bağlar! Dölek dur.” diye uyarmış. (Mehmet Akdemir’den derlenmiştir.)



Yorumlar - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima