Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam170
Toplam Ziyaret754853
Korku ve Ahlak

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır?
Anıl Talat Eryontuk

Tarih boyunca bir arada yaşayan insanları toplum haline getiren, aralarındaki yazılı olmayan kurallar, bağlar, ilkeler, dil becerileri ve duyarlılıklardır!

Bu bağlamda insan ilişkileri ilk sırada gelir.

Bu ilişkileri derleyen, yönlendiren, usul ve düzen getiren ana konu ise ahlaktır.

Ahlak üzerine sayısız yazılar yazılmış, makaleler yayınlanmıştır.

Lakin Mustafa Kemal’in ahlak üzerine söylediği "Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de lâyık değildir!" sözü tüm yayınların üzerindedir benim için.

Ahlak, insan ilişkilerinde “iyi” ya da “doğru” yahut “kötü” ya da “yanlış” olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade etse de özünü bir türlü kavrayamadığımız bir sırdır aslında…

Bu sırrı çözmek ise vicdanımızı hassas teraziden geçirmekle mümkün.

Peki ülke olarak son yirmi yıldır bu teraziyi nasıl kullandık?

Hiç kendimize bu soruyu sorduk mu?

Yani biz kişi,  kurum ve makamlardan yahut inancımız gereği uhrevi hayattan çekindiğimiz için mi doğruyu görmemize rağmen sustuk ya da görmek istemedik.

Yoksa, ahlaklı değil, korkak olduğumuz için mi?

Tüm mesele bunun altında yatıyor aslında.

Mesela hükûmeti devletle özdeşleştirerek hükûmet politikalarına getirilen tüm eleştirileri devlete yapılmış gibi bir algı oluşturanlara, eleştiri sahiplerini devlet karşıtı bir yere konumlandıranlara ve vatan hainliğiyle eş değer bir zeminde değerlendirenlere yıllarca göz yumduk.

O zaman bizler korkak mıydık yoksa ahlaklı mı?

Yahut uzun yıllardır iktidarda kalmak uğruna demokratik bir yaklaşımı benimsiyor gibi yapanlara, daha sonra rövanşist bir üslup benimseyip, bunu din ve milliyet gibi kavramlarla süsleyerek halkını biz ve öteki olarak ayrıştıranlara, kutuplaşmanın zeminini legalleştirenlere neden sustuk acaba?

Bu acımasızlığa karşı sustuysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke sınırları içinde farklı, ülke sınırları dışında farklı şizofrenik politika izleyen bir cenahın sürekli vurguladığı tehdit algısının aslında gerçek olmadığını bile bile buna inanmak istedik.

Neydik biz o vakit korkak mı yoksa ahlaklı mı?

Hukukun üstünlüğü kavramı ülkemiz siyasetinde iktidarın üstünlüğü olarak algılanırken, birçok dava siyasal olarak görülüp, vicdanlarda derin bir yara bırakırken, insanlar suçsuz yere hapiste çürürken hiç sesimizi çıkarmadıysak söyleyin lütfen korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülkemiz anayasasında var olan, güçler ayrılığı ilkesiyle tescillenen yasama, yürütme ve yargı erkleri iç içe girmiş ve birbirini denetlemekten uzaklaşmış ise ve devlet işleyişi bizzat sorun üreten bir kurum haline gelmişse biz halen mantıken izahı olmayan bir sav olan ”tüm suçlu muhalefet” dediğimizde korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

İktidar yargıyı, kendisinden olmayanları sindirmek ve cezalandırmak için kullanırken, muhalefeti iktidarın denetleyicisi değil de düşmanı olarak isimlendirirken buna göz yumduysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke ciddi bir ekonomik kriz içinde, halk konut ve yol inşaatı gibi döviz getirmeyen ve rant olgusu yüksek olan projeler ile kandırılırken, uluslararası sermaye maalesef ülkemizden kaçmış, enflasyon artmış, cari açık ise giderek büyümüşken ülkeyi bu hale getirenler yerine muhalefeti hedef alıyorsak korkak mı oluyoruz yoksa ahlaklı mı?

Tüm bu yaşadıklarımız şunu gösteriyor ki son yirmi yılda faydalı bir iş yaptığımızda bizi sevindiren; kötü bir şey yaptığımızda da bizi üzen, bizi iyiye, doğruya ve güzele sevk eden, kötülüklerden alıkoyan iç sesimizi kaybetmişiz.

Yapılan kötülükleri görmezden gelerek adeta bizi insan yapan, yanlış yapmaktan koruyan bekçimizi göz ardı etmişiz.

Ve şimdi bunun bedelini de misliyle halk olarak ödemekteyiz.

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır? l Anıl Talat Eryontuk l 7 Şubat 2023

Kuruluş Tarihçesi


Tarihi yazmak, tarihi yapmaktan zordur. Köyümüzün kültür duayeni
Celalettin Ölgün, ‘’Köşektaş Köyünün Kuruluşu’’ adlı ayrıntılı bir dosyayı bize göndererek, sayfamızdaki bir eksikliği gidermiş oldu. 
İlginizi çekeceğinden emin olduğumuz bu dosyada Celalettin Ölgün, edindiği birikimleri belli ölçeklere vurarak, köyümüzün kuruluş öyküsünü anlatıyor, salt bununla kalmıyor, o döneme ait birtakım olumsuzlukları, resmi tarihten farklı bir şekilde ancak gerçek yüzleriyle tanıtıyor. Yapmış olduğu bu ayrıntılı çalışmasından dolayı kendisini kutluyor, sayfamızdaki bir boşluğu doldurduğu için teşekkür ediyoruz! kosektas.net

Köşektaş Köyü’nün kurulduğu yıllar, kesin olmamakla birlikte, Anadolu’daki köylerin birçoğu gibi 1800-1830 yılları kabul  edilmektedir.

1140-1147 Rumi yıllarında (1724-1730) yılları arasındaki Türkmen aşiretlerin dağıtılıp iskan edilmesi fermanı ile yurtlarını bırakmak zorunda kalan aşiret ve oymaklar Anadolu’nun her yanına dağıtılmışlardır.

1- Osmanlı devletinin yeni Fetihlerle yeni yerler alamaması sonucunda Devlet ve Saray gelirlerinin azalması; Osmanlıyı, yeniden ve şiddetli olarak; Yüzyıllardır Mültezimleriyle soydurduğu Anadolu Türkmenleri  üzerine yöneltmiştir. 1140 Rumi, 1724 Miladi yıl fermanıyla tüm Türkmen Oymak ve aşiretleri yurtlarından uzaklaştırılarak parça, parça edilmişlerdi. 

2- Özellikle 1826 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırıldığında (400 bin dolayında yeniçeri katledilmiştir) Osmanlı Devleti’nde büyük bir asker açığı ortaya çıkmıştır. Bu açığı kapatmak için, her zaman olduğu gibi, Anadolu dağlarında göçebe yaşayan, Türkmen, Yörük, Kürt aşiretlerinden daha çok ve sık asker alması gerekmiştir.

3- Devletin Maliye düzeninin bozulması nedeniyle halka salınan vergileri  göçebe yaşayan, bir gecede Konalga değiştiren aşiretlerden almak da zorlanılmıştır.

4- Toplu olarak yaşayan aşiretler zamanla baş edilemez güç odakları durumuna dönüşmüş, gerek kendi aralarında gerek devletin ordusuyla sürekli çatışmaya girmişlerdir. Çapanoğlu, Kozanoğlu, Celali ve Avşar isyanları vb.).

5- Celali isyanlarının etkisiyle aşiretlerin dağılması ve eski yurtlarını bırakıp daha güvenli yerlere göç etmek zorunda kalmaları.  

Buna benzer nedenlerle Anadolu’da konar göçer aşiretlerin iskan edilmesi, yerleşik düzene geçirilmesi, sürekli kendi aralarında ya da devletin ordusuyla çatışmaya giren aşiretlerin gücünün kırılması, onlardan düzenli vergi ve asker alınması amacıyla, 1724-1731 tarihlerinde iki kez Mahalli iskan fermanı çıkarılma zorunluluğu doğmuştur. Bu iskanda(yerleşik düzene sokulma) oldukça büyük sıkıntılar da yaşanmıştır. Kimi aşiretler gösterilen yeri beğenmemiş, kimi oymak yerleştirildikleri yerlerdeki halkça benimsenmemiştir. Bu ve buna benzer durumlarda aşiret veya oymaklar, eski alışkanlıklarından olsa gerek, başkaldırıya yönelmişler, ancak Osmanlı  güçleri parçalanmış, güçsüzleştirilmiş aşiretleri kolayca alt etmiştir. Halk arasında bu yerleştirme çalışmalarına, aşiretlerin egemenliğini kırması nedeniyle olsa gerek “Zorbozan” denmiştir.

1140 Rumi yılında çıkarılan İskan Fermanı koşullarından biri de oymak, aşiret ve cemaate bağlı ailelerden en fazla üçünün aynı köye yerleşebileceğidir. Bu koşul gereği köylere aynı aşiretten en fazla üç aile yerleşebilmiştir. Anadolu’nun her yanına dağılıp yerleşik düzene sokulan Türkmen ve Yörük (Yörükan) oymak ve aşiretleri yerleştikleri yerlerde, köken olarak bağlı oldukları oymak ve aşiretlerden kopmuşlar ve zamanla da geçmişlerini unutmuşlardır.

Cebelibereket bölgesinde (Adana, Kozan, Kadirli, Maraş  çevresi) aşiretlerin  ayaklanması sonucunda 1866 yılında Müşir Derviş Paşa komutasında “Fırka-ı Islahiye” askeri birliği bu bölgeye gönderilmiştir. Bu birliğin düzeni sağlamasından sonra, Cevdet Paşa; Cebelibereket, Yeni il (Sivas), Bozok yöresindeki aşiretlerin dağıtılması ve uygun yerlere yerleştirilmesiyle görevlendirilmiştir.

Batı bölgelerindeki ayaklanmaları bastırma ve halkı uygun yerlere yerleştirme görevi de Ahmet Rauf Paşa’ya verilmiştir. Bu düzenlemeler sırasında aşiret ve cemaatler Anadolu’nun her yerine –parçalanarak- dağıtılmış ve  istemedikleri veya başkaları tarafından uygun görülen yerlere çadırlarına el konularak yerleşmek zorunda bırakılmışlardır.

Köşektaş Köyü’ndeki aile guruplarından bazıları ya da tamamı bu uygulama gereği  şimdiki yerleri uygun görülerek yerleştirilmiş de olabilir.

Yerleşik düzene geçilmeden önce konar göçer ve yörük yaşantısı süren Anadolu Türkmenleri’nin büyük çoğunluğu Müslüman’dır. Ancak konar göçerliğin gerektirdiği koşullar gereği, konalgalarında ibadet edecek camileri, dini bilgileri ve içtihatları (dinsel uygulamaları) öğretecek din adamları yoktur. Çocuklarını okutacak ne durumları, ne gelenekleri, ne de öngörüşleri vardır. Tarih boyunca yerleşik düzende yaşamayan Türkmenler, İran üzerinden Anadolu’ya göçleri sırasında Şii- Alevi toplumlarla sürekli bağ kurmuşlar, onların etkisiyle Alevilik içtihadını benimsemişlerdir. Yerleşik düzene geçildikten sonra devletin  ve eski yerleşik halkın etkisi ve baskısıyla da Sünni içtihada geçmişlerdir.

Bu konuda halk arasında, o dönemi eleştirme şeklini mizahi bir dille anlatan şöyle bir söylence vardır:

Bir İskan sırasında bazı işgüzar yöneticiler: “Bundan böyle beş vakit namaz kılacaksınız, otuz gün oruç tutacaksınız, malın kırkta birini zekat vereceksiniz.” gibi yeni  kurulan köylere emirler vermişler. Köylüler de kendi aralarında sık, sık tartışıp: “Osmanlı’nın adaleti ancak bu kadar olur. Falan köy 25 hane, biz 10 haneyiz. Onlara da  beş vakit namaz, otuz gün oruç, kırkta bir zekat. Bizim köye de aynısı olur mu? Olmaz  olsun böyle adalet!” diye söylenmiş, yakınmışlar.)

Köşektaş Köyü’ne yerleşen ilk kişinin “Deli İbrahim” olduğunu kabul edip, ondan türeyen “Delioğlanlı” aile gurubunun soy kütüğünü geriye sayacak olur ve her kuşak arasında yirmi yaş  olduğunu kabul edersek karşımıza yine yukarıda saptanılan 1800-1830 yılları çakmaktadır.

Adem Güneş tarafından yapılan bir araştırmada Köşektaş Köyü’nün de kayıtlı olduğu Arabsun (Gülşehir) Tahrir Defteri’nde 1872 yılında köyde 38 evin olduğu ve nüfusun da 900 dolayında olduğu tespit edilmiştir.

Hacı Hakkı Şen(1)’in anlatımına göre, 1900’lü yılların başında Köşektaş Köyü’nün otuz hane kadar olduğu bilinmektedir. Buna dayanarak köyün ilk kuruluşunda on veya on iki hane olduğunu; savaş, talan, kırım, kıtlık ve salgın hastalıklarla ancak yetmiş seksen yıl sonra otuz haneye ulaşabildiğini söyleyebiliriz. 

Bu saptamalardan sonra, Köşektaş Köyü nasıl kuruldu ve kimler kurdu? Sorularına yanıt bulabilmek için ancak yaşlıların anlatımlarına ve varsayımlara başvurabiliriz.

Köşektaş Köyü’nün ilk kuruluşu, herkesin kabulleneceği gibi Ortaçeşme’nin yakın çevresidir. Ortaçeşme’nin hemen doğusunda (üstünde) ve güneydoğusunda Kırımlılar, kuzeydoğusunda ve kuzeyinde Delioğlanlılar, güneyinde ve batısında (altında) Çöllüler ve Köşgerliler yerleşmişlerdir. İlk yerleşen aile gurubundan Karayusuflular da bu çemberin kuzeyinde yer almıştır. (Ancak bir olasılığa göre Karayusuflular ilk yerleşimcilerden olmayabilir. Çünkü ilk yerleşen aileler, köy içindeki pınar-çeşmelerin suladığı harimleri(sulak ve çevrili arazi) kendi  aralarında  paylaştıkları   halde  Karayusufluların harimleri yoktur. Ayrıca bu çemberin içine sulak arazi sahibi olmaları nedeniyle Ahmetliler de dahil edilebilir.

İkinci yerleşim merkezi Körçeşme ve çevresidir. Körçeşme’nin hemen doğusunda Melekliler, Şehirliuşağı, Camlılar ve Çapıllılar, kuzeybatısında ise Hallavlar da denilen Kızılhalilliler yerleşmiştir.

Üçüncü yerleşim yeri ise Ortaçeşme’nin kuzeydoğu ve doğusudur. Buraya ilk yerleşenler  Handilli ve Mehmet Kea’lı  aile guruplarıdır.

(Camlı ve Capıllı aile guruplarının  köye yakın harımlerinin konumuna bakılırsa Hallavlı, Melekli aile guruplarıyla birlikte gelip yerleşmiş olduklarını ve Şehirliuşağı, Kelemenli ve diğer aile guruplarının daha sonra gelip uygun yerlere yerleştiklerini söyleyebiliriz.)

Kırımlı ve Karayusufluların bir kısmı sonraki yıllarda nüfus artışının da etkisiyle ilk yerleşim yerleri olan ortaçeşme çevresinden ayrılarak Göllüpınar çevresine yerleşmişlerdir.

Bu yerleşimlerle ilgili olarak halk arasında anlatılan birkaç kuruluş öyküsünü de dikkate almamız gerekmektedir. Bu anlatımların en bilineni Delioğlan’ın hikayesidir.

Kızılağıl köyünden geçimsizliği nedeniyle kovulan, göçe zorlanılan, Delioğlanlılar’ ın atası Deli İbrahim, karısı ve tek öküzüyle, o zamanlar sulak, yeşillikli bir yer olan Ortaçeşme’nin  doğusuna kendi ve ailesinin sığınabileceği  küçük bir pea (2) yaparak yerleşmiştir. Hacı Hakkı’nın; “Benim çocukluğunda Köşektaş’ta  bu kadar ev yoktu. Bizim evin hemen kıblesinden yukarı mahallenin olduğu yerlere kadar kim bilir kimden kalma mezarlıktı, çoğu evlerini bu mezarların üstüne hem de  taşlarını sökerek  yaptılar”(3) diye anlatımına göre köyün kurulduğu yer de eski bir yerleşim yeridir. Deli İbrahim belki de evini bu temel üzerine yapmıştır, diyebiliriz. Anlatılanlara göre Deli İbrahim gözü kara birisiymiş. O günlerde daha önce yerleşik düzene geçen ve çevrenin en verimli, sulak arazilerini kapmaya çalışan Baraklılara karşı Uçkuyu mevkiindeki yerleri sürmeye bir gün kara öküzüyle gider, ertesi gün de burada birden çok insan   yerleşmiş desinler diye, kara öküzün üstüne beyaz gömleğini sararak ala öküz yaparmış. Bunu bir süre devam ettiren Deli İbrahim çevresinden (belki de yalnızlıktan) korktuğundan olacak, Kalaycık Köyü’ne giderek hem  Kalaycık köyünün  hem çevredeki  tüm köylerin ser muhtarı” olan Çopuroğlu Memiş Ağa’dan  yardım ister. Ser muhtar hem o çevrenin sözü en çok dinlenilen kişisi hem de aynı zamanda çevreye gelen, aşiretlerden bölünmüş,  kendilerine yerleşecek yurt arayan parakendeleri (parça, kırıntı) iskan etmekle, onların vergi kayıtlarını, askere gönderme işleriyle de görevli kişidir ki büyük bir olasılıkla Herikli’dir ve bu sekiz köy onun egemenlik alanıdır. Çevredeki  Kızılağıl, Kayaaltı, Cağsak, Karayaylak, Abdi, Gerce ve Kalaycık köylerine Herikli köyleri denmesine, köken gösterilmesine neden de bu köylerin kuruluşuna izin veren, organize eden kişi olmasından kaynaklanmış olabilir. Deli İbrahim ser muhtarın da yardımıyla  Kırımlı, Karayusuflu (Ahmetli), Çöllü aile guruplarının ataları olan genç aileleri alıp kendi evinin yakınlarına evler yaptırarak yerleştirir. Daha sonraki yıllarda yine Kalaycık köyünden  Köydağıtan, Mehmet Kea’lı, Kelemenli, Şehirliuşağı Kel Ali’li aile gurupları gelip yerleşmişlerdir. Melekli ve Kızılhalilli, dört beş evden oluşan bu yerleşim yerine sonradan, kendilerine yurt(4) arayan ve bir iki günlüğüne konaklayan  Kızılhalilli , Melekli, Şehirliuşağı, Handilli, Camlı ve diğer aile gurupları (belki  öncekilerin zorlaması, belki de kendi istekleriyle) yerleşmişlerdir.

Kuruluşun tamamlanmasından sonraki yıllarda Köşektaş’ta tüm Anadolu köyleri gibi sürekli olarak Osmanlı’nın savaşlarda kullandığı ve pek çoğunun geri dönemediği asker deposu ve masraflarını karşılamak için mültezimleri aracılığıyla öşür, ağnam adı altında vergi toplama ve soygun yeri olarak varlığını sürdürebilmiştir. Köy Osmanlı’nın resmi vergicilerinin yanında çevredeki güçlü ağalar, beylerce de zaman zaman talana uğramıştır. (Hasanlar Köyü’ndeki Osman Bölükbaşı’nın dedeleri gibi, Topaklı’daki  Hacı Avşar gibi derebeylerce sık sık ürünleri, hayvanları talan edilmiş. Avanos ve Kırşehir’deki  yöneticilerin bu  kişileri koruyup kollamaları nedenleriyle hiç kimse haklarını koruyamamıştır. Öyle yıllar olmuş ki, tarlaları sürüp ekecek, ne tohum, ne öküz ne de eli iş tutan insan kalmış, bunun sonucunda kıtlık, salgın hastalıklar nüfusu sürekli azaltmış.) Anlatılanlara göre Balkan, Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarında Köşektaş köyünden otuza yakın genç şehit olmuş ya da kaybolup gitmiş, bir çok ocak bu nedenle sönüp, batmıştır.   

(1) Hacı Hakkı Şen (ölümü:1982)  Bir sohbetinde, “Benim çocukluğumda Köşektaş otuz hane kadardı.” diyerek köy hane sayısını ifade etmiştir.

         (2) Pea: Bekçi kulübesi, alçak damlı temelsiz yapı.

         (3) Bu bilgi Ercihan Tandoğan’dan alınmıştır.

         (4) Yurt: Sürekli  yaşanılan yer, arazi, köy yeri.

1880-1890 yılları arsında, Kayseri Tuzhisar köyünden  Kırkoğlu aile gurubunun ataları Kör Fakı (Mustafa) gelip evlenerek köye yerleşmiştir. Bundan başka kocası seferberlikte (1914-1918) kalan Kızılağıl köyünden Topal Zeynep oğlu İbrahim (Ölgün)’i, Doyduk köyünden Fati de oğlu Hasan(Polat)’ı Kocası öldürüldüğünden Köşektaş’taki baba ocaklarına getirerek köye yerleşmişlerdir. (Hüseyin Serçe (Erdem)-(Üstük) de Köşektaş’tan evlenerek yerleşmiştir.)

Türkiye’nin her köyü gibi Köşektaş Köyü’nün huzurlu yaşama kavuşması ancak cumhuriyetin ilanından sonra olmuştur. Doğal olarak cumhuriyetin ilk yıllarında da önceki yılların sıkıntıları sürmüş, 1928-1936 yıllarında kuraklıktan dolayı yoğun bir kıtlık yaşanmıştır. Bu yıllarda, köy halkının eli iş tutan erkeklerinin bir çoğu iş bulmak, çalışıp köyde kalanlarını geçindirebilmek için, başta demiryolu yapımlarının sürdüğü Balıkesir, Kütahya, Afyon, Eskişehir,  Malatya, Elazığ, Maden’e, çiftçi, çoban olmak için Konya, Manisa, Aydın taraflarına  bir umutla dağılmışlar ve oralarda bulundukları günlerin çoğunda da işsiz, aç ve perişan  olup binbir çile, sıkıntı içinde yürüyerek geri dönebilmişlerdir. Hamza Topuz, Ömer İlbaz gibi dönemeyip arkadaşlarının kucağında, köyünde bıraktıkları yavuklusunu, yeni evlendiği karısını, sevmeye doyamadığı çocuklarının adlarını anarak, sefalet içinde hanlarda, öküz yemliklerinde ya da ahır sekilerinde ölenler de vardır.

Gurbete çıkanların arasında, 1940’lı yıllarda öğretmen yapmak amacıyla ilkokul dördüncü sınıflardan toplanıp köy enstitülerine götürülen zeki çocukların arasında Kazım Yalım, Fethi Çelebi, Yeter Tandoğan, Aliye Seyfi, Rüstem Şen de vardır. Yeter ve Aliye aynı yıl ailelerince okuldan alınmış diğerleri öğretmen olarak çalıştıkları uzun yıllar boyunca aydın düşünceli öğrenciler yetiştirmişlerdir. Yine bu yıllarda askerliğini çavuş olarak yapan, okuryazar gençlerin alındığı köy eğitmeni yetiştirme kurslarından geçerek eğitmen olan Yahya Doğan’ın Köşektaş’ta hep birinci ve ikinci sınıfları okutarak 1977 değin çalıştığı 38 yılda, Köşektaş halkına eğitim alanında ölçüsüz katkısı olmuştur. Bu gelişmelerde köyde öğretmen olarak çalışan Kırşehir (Özbağ Kasabası)’li Musa Kazım Dündar, Avanos, Genezin (Özkonak Kasabası)’li İdris Vural (yaprakçı), Yozgat, Bahadın Kasabası’lı Burhan Baytek, Kızılağıl Köyü’nden Bahri Sefa, Ankara (Polatlı)’lı Ata Yargıç öğretmenlerin de payları unutulmamalıdır. Ayrıca 1960 yılında açılan ilk sağlık evi ve buraya atanan Ebe Gülümser’in de köyün sosyalleşmesinde  katkısı olmuştur.

1960’li yıllara kadar köy halkı kendi yağıyla kavrulmuş,  kendi kendine yetmeye çalışmıştır. Bu tarihe dek çiftçiliklerde  yanaşmalık yaptığı yerlerde kalıp yaşlandıklarında dönen Mehmet Özbek (Cüppürtü) ile Osman Tandoğan’dan ve   İbrahim Akçay (Şerif’in Delioğlan),  Salih Vural,  Mustafa Yıldız, Mahmut Dündar, Remzi Akdemir, Yusuf Şahman, Sabri Vural gibi  demiryollarında  iş bulup köyden ayrılanların dışında  ayrılan olmamıştır.

Köşektaş’tan dışarıya asıl göç 1960 yılından sonra başlar. Birinci  göç: Almanya, Hollanda, Avusturya, Belçika gibi  ülkelere çalışmak amacıyla yapılan işçi göçüdür. İkincisi göç ise okuyup, çoğunlukla  memur -daha çok da öğretmenlik tercih edilmiştir- olan ve yurt dışına gidemeyen gençlerin büyük kentlere yerleşmesidir. Bugün köy dışına yerleşmiş Köşektaş Köyü kökenlilerin sayısı köyde yaşayanların sayısından kat kat  fazladır.

1954 yılına kadar Avanos ilçesi Kırşehir iline bağlıyken Kırşehir halkının o yıllarda iktidarda olan Demokrat Parti’ye oy vermemesi nedeniyle -halka ceza vermek amacıyla- il ilçeye dönüştürülmüş, ilçe olan Nevşehir il yapılmış, Avanos da buraya bağlanmıştır. Böylece yönetsel işler Nevşehir’den yaptırılmaya başlanmıştır. Ancak Köşektaş, Ankara-Kayseri yoluna yakınlığı ve Nevşehir’in sapa kalması dolayıyla tüm gereksinmelerini Kırşehir ve Kayseri’den karşılar. Bu gün bile Nevşehir’e sadece resmi dairelere işi düşenler  gidip gelmektedir.

Ayrıca 1959 yılına değin Avanos ilçesine bağlıyken; yolunun uzak ve sapa olması, insanlarının köylüleri horlaması, Hacıbektaş’a gidip gelmenin kolaylığı, insanlarını güvenilir olması ve cana yakınlığı gibi nedenlerle Hacıbektaş ilçesine bağlanma konusunda halk oylaması yapılmış ve bu oylamada Avanos’u isteyen iki oya kaşın diğer tüm oylar Hacıbektaş için çıkmıştır.  Bu tarihten beri Köşektaş Köyü, Hacıbektaş ilçesine bağlıdır ve Hacıbektaş ile ilişkiler gün geçtikçe artmaktadır.

1960 yılı ekim ayında yapılan genel nüfus sayımında Köşektaş’ın nüfusu 1063 olarak belirlenmiştir.

HALKIN KÖKENİ

Tüm Köşektaşlılar kendilerini Herikli aşiretine mensup olarak benimsese de  köy halkını oluşturan  aile  guruplarının (sülale) hepsinin kökenleri  Herikli değildir. Heriklilik bir üst kimliktir diyebiliriz. İlk yerleşen kurucu sülalelerden ya da köyün kuruluşuna izin veren aynı zamanda çevredeki iskanı düzenlemekle görevli Kalaycık ve çevre köyleri ser muhtarının Herikli olmasından dolayı "Heriklilerin Köyü” diye anılmıştır. Sonradan gelen aile guruplarının kökenlerini unutmaları ya da öncekilere uymaları sonucunda   Heriklilik  ortak bir köken olarak benimsenmiştir. Ancak, Herikli cemaatinin mensubu olduğu “Boynuinceli” aşireti ve “Danişmentli” oymağı incelendiğinde, Kızılhalilli, Kelemenli, Mehmet Kea’lı Kırımlı, Deliler  vb. cemaatler  Herikli ile akrabadır.  Bu akrabalık  Köşektaş Köyü’ne yerleşmede ve aynı sülaleden geldiğine inanmada etkili olmuştur.

Köşektaş Köyü halkının tamamı Türkmen(*)’dir ve köy halkını oluşturan büyük aile gurupları şunlardır:

         1-    DELİOĞLANLI (DELİMEMMETLİ),

         2-    KIRIMLI,

         3-    HANDİLLİ,

         4-    KARAYUSUFLU,

         5-    KÖŞKERLİ,

         6-    ŞEHİRLİUŞAĞI,

         7-    KELEMENLİ, 

         8-    KIZILHALİLİLİ,

         9-    ÇÖLLÜ,

        10-    CAPILLI,

        11-    KELALİLİ,

        12-    MEHMET KEALI,

        13-    MELEKLİ,

        14-    KIRKOĞLU,

        15-    CAMLI (VANOĞLU)

        16-    KÖYDAĞITAN,

        17-    KOKARA,

        18-    UZUNLU.

(*) Türkmen, Türk kökenli demektir. Diğer bir sözcük karşılığı da Oğuz’dur. Tarihte  Oğuzlar(Türkmenler), Bozoklar ve Üçoklar diye iki  kola ayrılır. Daha sonra Bozoklar; Dağhan, Denizhan,Gökhan, Üçoklar da; Günhan, Ayhan, Yıldızhan olmak üzere üç kola ayrılırlar. Her kol dörder boya ayrılır ki Oğuzların hepsi 24 boydur. Avşar, Çepni, Beydili, Bayat, Peçenek, Çuvandır(çandır), Bayındır v.b. Her boy oymaklara, oymaklar aşiretlere, aşiretler de cemaatlere ayrılır. Kızılhalilli aşiret olmasına karşın , Herikli   cemaattir .  (Cemaat,  birlikte oturan, bir yerde toplu olarak yaşayan anlamındadır.)

Ayrıca köy halkını oluşturan oymak ve aşiretleri şöyle açıklayabiliriz:

DANİŞMENTLİ AŞİRETİ

Danişmentli aşireti ile ilgili  bilgiler sınırlıdır. Bu aşirete bağlı cemaatlerin Anadolu’ya dağılış  yerleri dışında  fazla bir bilgiye ulaşılamamıştır.Ancak,  Malazgirt(1071)  savaşından sonra  Anadolu’ya yerleşen Danişmentoğulları, 11 ve 12. yüzyılda  Tokat-Niksar merkezli  Danişment Beyliği’ni kurmuşlar; Tokat, Amasya, Sivas, Kayseri, Kapadokya, Niğde çevresini de egemenlikleri altına alarak, o zamanlar yoğun Hıristiyan nüfusun yaşadığı bu bölgelere kendi aşiretlerinden insanları yerleştirmişlerdir. “Türkmenler-(Oğuzlar(*)) adlı yapıtta Danişmentoğulları ile ilgili kısa  bilgiler verilmiştir.  XVI–XVII yüzyıl Osmanlı müelliflerinden Ali Bey’in, “Mırkat-ul Cihad ve Fusul-i Hal” ve Cenabi Bey’in, “El-Aylem Uz Akd” adlı yapıtlarında Danişmentliler’in  Türkmen oldukları ve Beğdili boyuna mensup olduklarını belirtilmiştir.

Eski bir Selçukname’ye dayanılarak verilen bilgilere göre, Malazgirt savaşı sonunda, Alpaslan’ın,  Erzurum bölgesini Saltuk Bey’e, Mardin, Harput bölgesini Artuk Bey’e, Tokat, Amasya, Sivas, Kayseri, Kırşehir, Bozok (Yozgat) ve Kapadokya bölgesini  Danişment Gazi’ye,  Erzincan, Kemah, Şebinkarahisar bölgesini Mengücek Gazi’ye, Maraş, Sarız, bölgesini Emir Çuvaldır  Gazi’ye ikta ettiği (verdiği) belirtilmektedir.

Adı geçen Selçukname’de Anadolu’ya, Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucuları  Kutalmışoğulları gibi Danişment Gazi’nin de sürgün edildiğinden bahsedilmektedir. Rivayete göre Selçuklu hükümdarı Melikşah, hemşirezadesi Danişmentli Melik Ahmet Gazi’yi Kayseri, Kapadokya, Sivas ve havalisinin fethedilmesi ile görevlendirilmişti. Danişment Gazi  haçlıların eline geçen bu yerleri ikici kez fethetmiştir. 


 

(*)Türkmenler (Oğuzlar)(Boy teşkilatı, Tarihleri, Destanları) Prof.Dr.Faruk SÜMER, Ana Yayınları, İstanbul 1980.

Aynı yıllarda bu bölgede yaşayan Ermeni tarihçi Mihael, “1085 yılında Tanusman adlı bir Türkmen emiri Kapadokya’yı istila etti . Sivas, Kayseri ve Şimal (Kuzey) beldeler üzerinde hüküm sürdü ve böylece  Danişment hanedanı başladı.” diye not düşmüştür.

Aynı dönem üzerinde araştırmalar yapan Ermeni tarihçilerden Camcıyan’ın  “Dokuments Armeniens” adlı yapıtında, Malazgirt savaşı sonrası Anadolu içlerini fetheden Danişmentlilerin  yerli Rumların baskı ve direnişi sonucu yeniden İran’a döndüklerini, ancak Selçuklu sultanının tazyikiyle (zorlamasıyla) yeniden Anadolu’ya gönderildiği  belirtilmektedir. 

Selçuklu dönemi  Niğde kadısı Ahmet Bey’in anlatımı ile “Kapadokya hakimi (eğemeni) bulunan  Danişmentli Hasan Bey, Ereğli’de Kılıçarslan Bey’le birlikte haçlılara karşı savaştı, askerlerinden birçok şehit vererek çekildi. Çekildiği bu dağa Hasan Dağı adı verildi.” denmektedir.

Danişmentli Aşireti(Oymağı) zamanla büyüyüp Boynuinceli, Karacakürtlü, Herikli, Mocanlı, Sermayeli, Bedikli, Bıçaklı, Cihanşahlı, Civanşirli, Çaykışlalı, Köleğirli, Gözdengöreli, Güzelbeğli, Kabakçılı, Karagözlü, Karainbeğli, Karalı, Kaşıkçılı, Keçeli, Kelemenli, Kestanlı, Kitişli, Kırımlı, Konurlu, Köleli, Küçükselmanlı, Ocaklı, Sadıklı (Sıdıklı), Savcılı Soluzlu, Süslü, Tatalı, Dumanlı (Tumanlı) gibi cemaatlere ayrılmıştır. Bu cemaatler Anadolu’nun her yanında bulunmaktadır.

Herikli Cemaati, uzun yıllar Kapadokya çevresine egemen olan Danişmentli’lerin Kızılırmak çevresini kışlak olarak  yurt tutan torunlarıdır denilebilir.

BOYNUİNCELİ  OYMAĞI

Boynuinceli oymağı, Herikli, Karacakürt, Deller(Deliler), Sıdıklı(Sadıklı), Savcılı, Karacalı, Kelemenli, Kurutlu (Kurtlu), Kızılhalilli cemaatlerinden oluşur.

Bu oymak için “Osmanlı İmparatorluğunda Oymak, Aşiret ve Cemaatler(*)” adlı yapıtta, “Rumi 1140 Mahalli İskan Fermanı’yla Aksaray Sancağı, Sivas, Kırşehri, Konya, Karaman, Bozkır Kazası(Beğşehri Sancağı), Hacıbektaş Kazası (Kırşehri Sancağı), Koçhisar Kazası (Aksaray Sancağı), Adana, Maraş , Nevşehir Kazası (Niğde Sancağı), Develi, Ilgaz Kazası (Kengiri-Çankırı) Sancağı, Niğde, Danişmendlü (Danişmendlü-i Sağir) Kazası (Niğde Sancağı)’na yerleştirilmiş olup, konar göçer Türkman Yörükani taifesindendir.” denmektedir.

HERİKLİ CEMAATİ

Cevdet TÜRKAY’ ın hazırladığı ve geniş bir araştırmaya dayanan “Başbakanlık  Arşivi ve Belgelerine göre OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA OYMAK, AŞİRET ve CEMAATLER(*)”  adlı yapıtın 417. sayfasında,  Herikli, Herekli, Herekeli, Herecli Cemaati başlığı altında yer alan bilgilere göre Herikli Cemaati’nin; Kırşehri, Karaman, Konya, Aksaray, Kayseri, Malatya,  Kütahya, Bozok(Yozgat), Aydın, Halep, Adana, Sivas, Hacıbektaş Kazası(Kırşehri Sancağı), Arabsun (Gülşehir), Afyon, Tokat, Nevşehir, İzmir ve Van’a  yerleştirildikleri, ayrıca hepsinin de Danişmentli aşiretine mensup Türkmen taifesinden oldukları belirtilmektedir. Araştırmamız sonucunda Danişmentli aşiretinin, Boynuinceli oymağına, Boynuinceli oymağının da Oğuz kollarından Bozoklar’ın Yıldızhan (Beğdili boyu) koluna bağlı olduğu sonucuna ulaşılmıştır.


 

(*)Osmanlı İmparatorluğunda Oymak,  Aşiret ve Cemaatler, TÜRKAY Cevdet, Tercüman Yayınları, 1979, İstanbul 18.

1717 – 1730 yılları arası sadrazamlık yapmış Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, doğduğu ve o zamanlar Hıristiyan Karamani Türklerinin yaşadığı “Muşkara” adlı köyünü şehir yapmak için çevredeki 32 Türkmen oymak, aşiret ve cemaatine ferman çıkarmış; her oymak, aşiret ve cemaatten ellişer aile getirterek yerleştirmiştir. İnsan ve ev sayısını artırarak köyünü  şehir yapmış ve yenişehir anlamına gelen NEVŞEHİR’i kurmuştur. (Bu yerleştirme 1724 yılında çıkarılan iskan fermanının bir sonucudur.) Nevşehir’in kuruluşunda yer alan 32 aşiret ya da cemaatten biri de Herikli’dir. (Nevşehir kent merkezinde bu gün 20 Temmuz Mahallesi olarak bilinen yer Nevşehir’in il olduğu 20 temmuz 1954 yılına değin Herikli mahallesi olarak anılırdı. Bu tarihten sonra adı değiştirilmiş ancak bu değiştirmeye karşın  halk arasında eski adıyla anılmaya devam edilmiştir. Bunlardan şu anlaşılmaktadır ki, Herikli Cemaati, Nevşehir çevresinde 1700’lü yıllardan beri yaşamaktadır.)

Adı geçen yapıtın 63. sayfasında (arşiv kayıtlarından alınmış şekliyle), “Danişmentli  Türkmen taifesinden Boynuinceli oymağının yaylakları Develi ve Erciyes Dağı civarı, kışlakları Aksaray, Hacıbektaş kazası, Kırşehir sancakları idi. Boynuınceliler oymağı,  kendi hallerinde kar-ü kısb(*) ile meşgul ve ekserisi okur yazar, haccül haremeyn ve zikudret kimesnelerdi. Binaen Nevşehir’e yerleştirilmişlerdi. Boynuinceliler’den Nevşehir’e sakin olanlar (yerleştirilen), Karacakürt ve Herikli ve Savcılı ve Sadıklı ve Nefsiboynuinceli oymakları ve bunlardan maade on adet oymak ve onsekiz cemaat vardır.” denilmektedir. 

Adıyaman il yıllığında gösterilen bir başka araştırmaya göre 1650 –1700 yılları arasında “Hörekli (Herikli)” aşiretinin çevredeki Arap ve Türkmen aşiretleriyle sürekli kavgalı olduğu, çevrenin güvenliği için 1140 rumi yılda çıkarılan mahalli iskan fermanı ile göç ettirildiği belirtilmektedir.

Bir söylentiye göre Kocaeli iline bağlı Hereke ilçesinin ilk kurucuları da adından da anlaşılabileceği gibi  Herikli cemaatine mensuptur.

(*) Kar-ı kisb:  Kar etmek, kazanç 19.

Prof. Dr. Faruk SÜMER’in  geniş bir araştırma ve çalışmaya dayanan “OĞUZLAR” adlı yapıtı incelendiğinde Herikli, adı geçmemekte ancak çevredeki köylerden söz edilmektedir. Araştırmada, Şambayatlı Türkmenleri’nin, önceleri kışlak olarak kullandıkları yerlere ilk iskan fermanı sırasında yerleştirildiklerini, Barak ve Kışla köylerini kurdukları belirtilmektedir. Aynı yapıtta; “Bu bölgede yaşayan, Beğdilli oymağının çok kalabalıklaşması sonucunda Kanuni devrinde üç obaya ayrıldığı  ve obalardan birinin 75 vergi nüfuslu  Deve-taşı denilen bir bölgeye yerleştirildiği, 3. Murat döneminde de Beğdillilerin çok kalabalıklaşması sonucunda dağıtılarak başka yerlerde iskan ettirildiği” belirtilmektedir.

Deve-taşı, Köşektaş kayası olabilir. Avurtluk (Av yurtluğu), Sekitarla, Örentarla mevkilerinde çıkan ev temelleri, mezarlar Köşektaş’ın kuruluşundan öncede burada bir islam  halkın yaşadığını kanıtlamaktadır.  

Aynı yapıtta verilen bilgilere göre “Celali isyanları, Anadolu’da onarılması güç  derin yaralar açmıştı. Yağma, katliam, yıkım, kaçırma olayları ve onun sonucunda doğan açlıktan çok insan ölmüştür. Bu olay, bazı sınır bölgeleri dışında  kalan yerlerde sarsıcı etki yapmakla birlikte en fazla da Sivas’tan Afyon’a kadar geniş bir Orta Anadolu bölgesinde ve Çukurova’da etkisini göstermiştir.

Celali hareketleri, Ulu-Yörük (Sivas, Tokat ve Amasya Bölgesi), Boz-Ok oymakları, Ankara Yörükleri, Konya bölgesinde yaşayan Atçeken Avşarları gibi Orta Anadolu’da yaşayan Türkmenlerin dağılmasına neden olmuştur. Aynı yıllarda devlet tarafından Türkmen Oymakları’nın yerleştirilme işine girişilmiş, Boz-Ulus, Danişmendli, Boynuinceli, Boynuyoğunlu, Tabanlı, Karacakürt, Kurutlu, Şerefli, Köpekli Avşarı ve diğer bazı Aşiret ve cemaatler Kırşehir çevresinde  yurt tuttukları gibi, bu ele mensup diğer pek çok oymak ve aşiret Boğazlıyan ve Nevşehir çevrelerine  yerleşmişlerdir.” diye söz edilmektedir.

Kızılağıl Köyünden Deli İsmail oğlu Mehmet Ali, Ali oğlu İsmail Çavuş, Mehmet oğlu Hasan Çavuş,  Halil oğlu  Mehmet Şimşek, Kayaltı köyünden  Hacı Mehmet  Cesim’den rivayet olunan ve Kızılağıl köyünden  Musa Sofuoğlu’nun derlediği bilgilere göre, “Herikli  Aşireti, Urfa-Harran  bölgesinden 1590-1600 yıllarında Gülşehir ilçesi  Salanda (Gümüşkent), Karaburna  çevresindeki mağaralara yerleşmişlerdi. Bunu takiben Salanda’da yurt tutan “Haremeyn” aşireti  beyleri, mağaralara yerleşen göçü görüp, topluluğu kondukları yerlerden çıkıp çevreyi terk etmeleri konusunda uyarmış, birkaç gün izin istemeleri  bile hoş görülmemiştir. Devamında iki  aşiret  birbirine girmiş, Haremeyn aşireti sayı ve silahça üstün olmasına  karşın, kazanan taraf Herikliler  olmuştur. Haremeyn aşireti de Çiçekdağı’na kadar kovalanmıştır. Böylece Herikliler zaferle aldıkları ve kışlak olarak  kullandıkları  ve “Irmakbucağı” adını verdikleri bu Kızılırmak çevresini  mağara ve otlak durumuna göre sekiz parçaya bölerek (Karaburna, Karaburç, Kazıklı, Kırıklı, Hacılar, Yüksekli, Karahüyük, Sığırlı) yerleşmişlerdir. Zamanla da yaylak olarak kullandıkları  Kalaycık, Çağşak, Karayaylak, Gerce  çevresinde de yerleşik hayata geçmişlerdir.” 

1800 yıllarda Kızılırmak’ı kendi egemenlik alanlarına sınır kabul eden o yılları güçlü derebeyleri olan Konya merkezli Karamanoğulları ile  Bozok (Yozgat)  merkezli Çapanoğulları arasında Herikli obalarının vergileri her iki tarafça da paylaşılamayan bir konu olmuş, zaman zaman obalar talan edilmiş, mallarına el konulmuş insanları kırıma uğramıştır. Bir olasılığa göre;  derebeylerin sınırı olan Kızılırmak çevresinden daha iç ve güvenli bir yer olan ve yaylak olarak kullanılan Kalaycık merkezli yerlere bölünmüş olabilirler.


Yorumlar - Yorum Yaz
Ahlak Nedir?

AHLAK NEDİR?
Doç. Dr. Şafak Nakajima

İçimizde doğuştan var olan bir sezgi mi, zamanla öğrenilen dini ya da seküler kurallar/yasalar bütünü mü, yoksa toplumun bize yüklediği beklentiler mi?

Çoğumuz yaşamlarımızda olabildiğince “doğru olanı” yapmaya çalışırız. Ama bu doğrular kime göre ve neye göre şekillenir? Bazen yasaya uyan birinin aslında adaletsiz davrandığını hissederiz. Bazen de bir kuralı çiğneyen biri, içimizde vicdani bir karşılık bulur ve yaptığını onaylarız. Çünkü vicdanla yasa her zaman örtüşmez.

Bu noktada “etik” kavramıyla da karşılaşırız. Ahlak, bireyin iç dünyasından beslenen ve çoğu zaman aile, kültür, inanç gibi etkenlerle şekillenen bir değerler sistemidir. Etik ise daha çok sistemli ve evrensel ilkelere dayanan kurallardır. Bu ikisi her zaman örtüşmeyebilir. Yani bir davranış etik açıdan doğru olabilir ama bireyin içsel ahlaki pusulasına uymayabilir ya da tam tersi. Ancak ikisi de insanın karar alma sürecinde yol gösterici olabilir.

Lawrence Kohlberg, ahlaki gelişim kuramıyla tanınan bir bilim insanıdır. Ahlaki kararlarımızı verirken belirli aşamalardan geçtiğimizi savunur. Bu aşamalar, deneyimle, sorgulamayla ve seçimle şekillenir. Her birimiz bu yolculukta farklı bir yerde dururuz. Kimi zaman ahlaki gelişimin erken bir aşamasında takılıp kalabiliriz (bu bilgiyi lütfen aklınızda tutun; çünkü yazının sonunda kendinize soracağınız sorularda işinize yarayabilir).

Konu daha iyi anlaşılabilsin diye örneklerle ilerleyelim:

Bora altı yaşındayken annesiyle gittiği markette gözü bir çikolataya takılır. Annesinin almayacağını bildiği için tam elini uzatıp gizlice alacakken annesinin bakışıyla durur. Onun için çikolatayı çalmak değil, yakalanmak kötüdür. Davranışını belirleyen şey ceza korkusudur.

Zamanla Bora başkalarına yardım etmeyi öğrenir ama yaptığı iyiliğin karşılığını bekler. Sınıf arkadaşına ödev verir çünkü okul çıkışı onun yeni bisikletini denemek ister. Doğru davranış, onun için ne kadar işe yaradığına bağlıdır.

Ergenliğe yaklaştığında Bora için başkalarının gözündeki imajı daha önemli hale gelir. Annesine nazik davranır çünkü onun gözünde “iyi çocuk” olmak ister. Öğretmenlerinin takdirini kazanmak, arkadaşları tarafından sevilmek onun için değerlidir. Kahramanca davranışlar sergileyerek arkadaşlarının gözünde saygınlık kazanmayı hedefler. Ahlaki kararları, başkalarının onayına göre şekillenir.

Bora yetişkin olduğunda toplumun kurallarına daha sıkı bağlanır. Trafikte kimse yokken bile kırmızı ışıkta bekler. Çünkü kuralların, düzenin temeli olduğuna inanır. Yasa artık bir zorunluluk değil, toplumsal yapının dayanağı olur. Bu noktada etik ilkelerle bireysel ahlak arasında yakın bir bağ kurulabilir. Bora için artık sadece “cezadan kaçınmak” değil, toplumsal yararı düşünmek de önemlidir.

Ancak hayat her zaman kurallara göre işlemez. Bora doktor olur. Kliniğinde ölümcül bir hastalığı olan ve yaşam destek ünitesine bağlı yaşlı bir hasta vardır. Hasta konuşamamakta ama ailesi, hastanın daha önce “bu halde yaşamak istemediğini” defalarca dile getirdiğini söyler. Aile, yaşam destek ünitesinden ayrılmasını ve artık acı çekmemesini ister.
Tıbbi etik kurallar, hastanın yazılı onayı olmadan yaşam destek ünitesinin kapatılmasına izin vermez. Mesleki etik, hekimi bu müdahaleden alıkoyar. Ancak ailenin verdiği bilgiler ona inandırıcı gelir. Vicdanı, bu sürecin sonlandırılmasının daha insanca olacağını fısıldar. Bora için artık belirleyici olan sadece yasa ya da meslek ilkeleri değil; merhamet, insan ve hasta hakları gibi evrensel değerlerdir.

Bazı insanlar ahlaken daha da derin bir vicdani noktaya ulaşır. Bora çalıştığı özel hastanede ilaç alımlarında usulsüzlük olduğunu fark eder. Durumu öğrenen çoğu kişi sessiz kalmayı seçer. Kimisi “karışma, başını belaya sokarsın” der. O ise yönetimin tepkisinden, meslektaşlarının dışlamasından ve kariyerinin zarar görmesinden korkmadan harekete geçer. Kurum içi şikâyet mekanizmalarını kullanır, kamuoyunu bilgilendirir. Bu karar ne yasal bir zorunluluktan ne de kişisel kazanç beklentisinden kaynaklanır. İçinden gelen güçlü bir sorumluluk duygusu yön verir ona. Vicdan artık dışarıdan dayatılan bir kontrol değil, içeriden yükselen bir rehber olur. Bora işini kaybeder ama içi rahattır.

Hemen hemen tüm dünyada, insanların ahlaki gelişim sürecinde din önemli rolü oynar. Bora’nın ailesi de dindardır. Küçük yaşta ona çikolata çalmanın günah olduğu öğretilir. Başlangıçta ahlak, Tanrı’nın hoşnut olup olmamasına bağlanır. Bu, davranışı şekillendirir ama henüz içsel sorgulama başlamamıştır. Zamanla birey dini içselleştirirse, ahlaki gelişimle inanç arasında güçlü bir bağ kurabilir. Merhamet, sabır, adalet gibi değerler yalnızca inanç sisteminin değil, insan olmanın da temel taşları haline gelir.
Ancak bir başka gerçek daha vardır. Tarihte sayısız örneği olduğu gibi, dinin adı kullanılarak en büyük vicdansızlıklar da işlenebilir. İnsanlar baskı altına alınabilir, susturulabilir, dışlanabilir, hatta öldürülebilir. Din, sorgulanmadan yaşanırsa vicdanı beslemez, bastırır. Bu da ahlaki düşünceyi saptırabilir, hatta yok edebilir.

Ahlak, gördüğünüz gibi, ödül ve cezayla başlayan, insan bilinçlendikçe vicdani değerlere ulaşan bir yolculuktur.

Peki bizler, gerçekten benimsediğimiz değerlere mi inanıyoruz, yoksa bize ezberletilenleri mi tekrarlıyoruz? Ahlaki kararlarımızı verirken hangi sesi dinliyoruz? Korkularımızı mı, alışkanlıklarımızı mı, yoksa evrensel değerleri savunan vicdanımızı mı?

Bazen gözümüzün önünde bir haksızlık yaşanır. Bazen biri bize güvenerek sessizce yardım ister. Bazen kalabalıklar susarken bir ses olmamız beklenir. O anlarda biz ne yapıyoruz? Sessiz mi kalıyoruz, yoksa iç sesimize mi kulak veriyoruz?

Doç. Dr. Şafak Nakajima