Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam205
Toplam Ziyaret676669
Kitap Tanıtım Köşesi


Milliyetçilik:
Türkiye'nin Ayak Bağı!

“Erdoğan Aydın, bugün Türkiye’nin en çok ihtiyaç duyduğu bir etkinliğe çağırıyor okuru: Düşünmeye! Rehberlik ediyor üstelik.” 

Milliyetçilik: Türkiye'nin Çıkmazı l Erdoğan Aydın l ISBN: 9789750406355


Milliyetçilikle dünyayı ve insanlığı sürekli savaş gerilimine sokmaktan başka bir şey yapılamayacağı bir yana; ülkenin sorunlarına da çözüm üretilemez!

Modernçağ tarihinin de gösterdiği gibi milliyetçilik; insanlığa, ortaçağdaki dinsel ideolojilerle kıyaslanacak denli büyük felaketler getirmiştir. Bütün savaşlar, artan silahlanma, eğitim, sağlık ve kalkınma bütçelerinin kısılması, hep milliyetçilikle meşrulaştırılmıştır. Dahası; insanı ve haklarını, dinin yerini alan yeni bir kolektif kimlikle ezmenin ve burjuvazinin çıkarlarına feda etmenin aracı olmuştur.

Sorunlarımızı görüp aşmamızı sağlayacak demokratik sağduyumuzu elimizden alıp, bizi öteki inanç ve halklara düşman etmekte din nasıl olumsuz bir misyon görmüşse, milliyetçilik de modern koşullarda aynı misyonu görmektedir.

Bu bağlamda devlet kendi halkına, sürekli olarak "davulcuya kaçabilecek kız" muamelesini reva görmektedir.

Özetle bu kitapta, milliyetçiliğin -ve yanısıra dinin- halkın kontrolü, tektipleştirilmesi ve haklarının unutturulması için nasıl temel bir ideolojik araç olarak kullanıldığı gösterilmektedir.

Kitap, kâh tarihe gidip, kâh günümüzde tartışılan sorunlara gelerek, milliyetçilikle şekillendirilmiş Türkiye’nin öyküsünü anlatıyor.


Milliyetçilik: Türkiye'nin Çıkmazı l Erdoğan Aydın  
ISBN 9789750406355

Anasayfa


www.kosektas.net 




Adnan Yalım l TEN - METALAcrylic on Canvas l 78.7 x H 99.1 cm

“Resimlerimde kadın ile erkek arasında asırlar boyu süren uyumsuzluğu, zıtlığı, çatışmayı ve gerilimi, ten ve metal temasıyla anlatmaya çalışıyorum. Kadın çok açık bir şekilde resimde yer alırken, erkek yok. Erkeği temsil eden oradaki gemiler, makineler, motosikletler, yani kadının yanında yer alan objeler. Ama bu objeler çoğunlukla ölmek üzere olan, parçalanmış, paslanmış biçimleriyle resmediliyor. O da kadının doğurgan, makinenin ölümlü olduğunu ima ediyor. Yani ne kadar bakarsanız bakın, o süreyi tamamlayacak. Ama kadın doğurgan olduğu için varlığını sürdürecek. Sonuç olarak “Ten-Metal”de kadın yumuşaklığı, doğurganlığı, kentselliği temsil ederken, erkek sert ve acımasız, maço ve soğuk yanı temsil ediyor.” Adnan Yalım

YAŞAMIN VE PRATİSYEN DOKTORLUĞUN KIYMETİNİ BİLMEK 



"Tıpta uzmanlık eğitiminde eğitimden çok kültürlenme vardır. Tıp eğitimindeki başat kültürün ana özellikleri şunlardan oluşmaktadır: Hastayla ilgili tüm işleri en kıdemsiz asistana yıkmak, eli cebinde vizit yapıp haftada ya da ayda bir-iki saat ders anlatmak, hoca parası yatırılmış ise muayeneye veya ameliyata girmek yoksa girmemek, kalan zamanda rektörlük ya da dekanlık seçimleri ve idari bir görev kapmak için kulis ve rakip gördüklerinin dedikodusunu yapmak ya da muayenehanecilik başta olmak üzere para kazanmaya yönelik işler çevirmekten ibarettir...Üniversite özerkliği ve öğretim üyesi dokunulmazlığı keyfilik, işe gelmeme ve şahsi işlerle uğraşmak olarak görülmektedir. Şüphesiz bu kültüre uymayan bazı istisnalar vardır. Ancak bunlar oldukça nadirdir!"

DR. BESİM ŞEREF


"Yaptığın işten aldığın zevk, ondan kazandığın parayı harcarken aldığın zevkten büyük ise yaşamış sayılırsın. Mutluluğun tılsımı, sevdiğin işte doya doya çalışmak ve sevdiğinle doya doya sevişmekte yatmaktadır!" 
Çetin ALTAN

Dr. Besim Şeref l Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek 5 Mayıs 2023

Ben de pek çok pratisyen gibi TUS derdinden, ne özel ne de mesleki hayatımın değerini bilmiyordum. Benim yaşamımı bir zurnacı değiştirdi. Evet yanlış okumadınız; bir “zurnacı". Bildiğiniz, davulun yanında çaldığı müzik eşliğinde halay çekilen, üflemeli çalgının icracısı.

Çok iyi bildiğiniz gibi zurnada peşrev olmaz. Zart diye ana temaya girer. Biz de hemen konuya girelim. Tüm derdim tıpta uzmanlık sınavıydı. TUS'u kazandığım zaman her şey değişecekti.

Kazanana kadar tüm insani faaliyetleri tatil ettim. Nihayet TUS'ta birinci tercihime girdim. Fakülteye nakil işlemlerim tamamlanana kadar öforik bir psiokoljide dolaştım durdum. Daha asistanlığımın ilk gününde ortamda bir tuhaflık hissettim. Bir hafta geçmeden tuhaflığı çözdüm. Ne asistanlar ne de öğretim üyeleri uzmanlık alanlarını ve işlerini sevmiyorlardı. Çünkü kendilerini işlerine ve öğrencilerine vermiyorlardı. Hep bir şeylerden şikayet ediyorlar ancak bir şeylerin değişmesi için en ufak bir çaba göstermiyorlardı. Hep birileri suçluydu. Kendileri çok mükemmel ve asla kıymetleri bilinmeyen birer dahiydiler.

İhtisas süresinin sonunda, “yeterince işini sevmemeyi, sağlık ocağından kaçmayı, bir konunun özü yerine ufak ayrıntılarıyla uğraşmayı ve mutsuz olmayı öğrendiğime” karar vermiş olmalılar ki, üç profesör ve iki doçentten oluşan beş kişilik sınav jürisi beni oy birliğiyle uzman ilan ettiler.

Şimdi uzmandım. Bir gün bile ara vermeden dört profesörün kararıyla bir tıp fakültesine öğretim üyesi atadılar. Kendimi çok önemli bir şey olmuş zannettim. Tam altı ay öforik halde dolaştım.

Altı ayın sonunda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını anladım. Öğretim üyeleri mutsuz ve işlerini sevmiyorlardı. Haftada bir iki saat derse girip, derslerde yıllar önce asetatlara yazdıklarını okuyup, tekrarlamaktan başka öğrenci ve eğitimle bir ilgileri yoktu. Herkes kendi dalgasındaydı. Hemen herkes bir birinin ardından konuşuyor, yüzüne karşı gülüyordu. İşleri güçleri, anabilim dalı başkanlığı, müdürlük, dekanlık ve en önemlisi rektörlük seçimleri için kulis yapmak ve kim güçlüyse onun yanında görünmekten ibaretti.

Çalışıp ter dökmenin ve bir şeyler üretmenin, öğrencilerle ilgilenmenin anlam ve önemi yoktu. Halk sağlığı anabilim dalında öğretim üyesiydik ama halkın sağlığına yönelik zerre kadar bir şey yapmıyorduk. Sağlık Ocakları ve birinci basamak bize yıldızlar kadar uzaktı. Sağlık Ocakları'na uğramak basit, küçük ve aşağılık bir işti. Büyük öğretim üyelerinin Sağlık Ocakları'nda işi yoktu. Biz her şeyi biliyorduk. Çünkü öğretim üyesiydik. Halk sağlığından başka işlerle uğraşıyorduk. Bir tek eğitim ve halk sağlığıyla uğraşmıyorduk. Biz, çalışmak bir yana, semtinden bile geçmediğimiz birinci basamakla ilgili herşeyi biliyorduk. İşi biliyor, işe gitmiyorduk. Tüm insanlardan ve doktorların cümlesinden daha önemliydik. Çünkü biz öğretim üyesiydik.

Öğrenciler ve asistanlar “Hocam!” diye çevremde dolaşıyordu. Devlet üst seviyeden maaş bir o kadar da döner sermayeden para veriyordu. Rektörlük seçimlerinden önce rektör adayları odama kadar gelip hatırımı soruyor, “kendilerine oy verirsem seçildiklerinde her istediğimi yapacaklarını” söylüyordu. Yerel gazetelerde yazılarım çıkıyor, radyolarda konuşma yapıyor, televizyonlarında açık oturumlara katılıyordum. Beş yıl sonrasında profesörlük göz kırpıyordu: “Lüküs hayat, yan gel de keyfine bak!..”

Amma ve lakin insanlar neden işlerine yan çiziyor ve işini yapmak isteyene çelme takıyordu? Bu durum bana kazık gibi batıyordu. Birinci basamağın semtine bile uğramayıp, haftada bir iki saatliğine fakülktede birinci basamağın önemine ilişkin öğrencilere nutuk atma iki yüzlülüğünü gösteriyorduk. İki yüzlülük meşru, dürüstlük - dayak dahil- her yolla cezalandırılacak bir suçtu.

Öğrenciler iki yüzlülüğümüzü anlayıp halk sağlığını önemsemiyorlardı. Mezun olduklarında bize benzeyip, bizim yaptıklarımızın aynısını yapıyor; kendilerini önce uzmanlık eğitimine sonra fakültelere atıyorlardı. Sonra bizim gibi yan gelip yatıyorlardı. Tüm eğitim kuramları bunun böyle olacağını söylüyordu.

Eğitim kuramlarından vazgeçtik, öğrencilere mutsuzluk, araştırma görevlilerine ve yardımcı doçentlere, işten kaçma ve yolsuzluk öğretiyorduk. Dekan ve rektör yolsuzluğa çanak tutuyor. Akademik kurulda yolsuzluğun belgeleri bayrak gibi sallanmasına karşın 1.125 öğretim üyesinden bir teki bile “Burada yolsuzluk yapılamaz” diyemiyordu.

Akademik kurulda çıkıp bir tek kelime bile söyleyemeyenler, ıssız koridarda dürüstlüğü savunana yumruk atıyordu. Aklı başında olduğunu sandığım hocalarım (!); “Sen bunlarla uğraşma, profesör olmana bak” diyorlardı. Profesör olmak kolay, öğrencilerle ilgilenip, eğitimin hakkını vermek imkansızdı.

Mevsimlerden ilkbahar, aylardan mayıs, günlerden pazardı. Yer Meriç nehrinin kenarıydı. Ağaçlar yeşermiş, çimenler diz boyu uzamış, çiçekler açmıştı. Öğretim üyesi adayı doktor arakadaşlarım ve eşlerimizle birlikte piknik yapıyorduk. Çevrede davul zurna çalıyor, insanlar halay çekip oynuyordu:
“- Filan şöyle, falan böyle...”
“- Herkes çok kötü, biz çok iyiyiz.”
“- Biz her şeyi biliriz. Biz öğretim üyesiyiz. Bizim kıymetimizi bilmezler.”
“- Biz dahiyiz, başkaları bir bok bilmiyor.”
“- Rektörlük seçimleri yakın, ben filanın adamıyım. O seçilirse kadrom çantada keklik.”

Bak yan masadakailer nasıl göbek atıyor. Meriç salına salına akıyor.

“- Yav ağbi şu kadroyu bir kapsam!”
Köfteler pişti, salata hazır, rakıyı açtım. Bak şu söğüdün dalları suya değiyor.
“- Ağbi ben her şeyi bilirim. Ben herkesten üstünüm. Ben öğretim üyesiyim.”

Yav, anladık, hadi siz böyle yetiştiniz. Öğretim üyesisiniz. Çok önemli, çok karamsar, çok mutsuzsunuz. Sizde akıl çok, başka kimselerde yok. Ama eşlerinize ne oldu? Onlar niye mutsuz?

Yan masadaki zurnacıyı çağırdım:

“- Buyur ağbi, mastika mı çalayım?”
“- Yok kardeşim, bir şey çalma. Otur masaya önce bir şeyler yiyelim.  İki kadeh içelim. Sonra çalarsınız.”

Davulcu ve zurnacı çekinerek masaya oturdu. Arkadaşımın eşi iğrenerek baktı. Zurnacının, gömleğinin yakası aşınmış, koluna yama yapılmış, pantolunu biraz bol, ayakkabılarının her ikisi de yanlardan patlamış ve ökçesine basılmıştı. Ama adam neşeli, gözleri ışıl ışıl. Hiç çekinmeden gözlerimizin içine bakıyor. Gözleri güven veriyor insana, dalgasız, limanlar gibi duru. Adam gözlerinden okunacak kadar mutlu.

Zaten mutsuz olan arakadaşlarımın, mutsuzlukları bir kat daha arttı; densiz arkadaşları, masalarına davulcuyla, zurnacıyı çağırmıştı.

Arakadaşlarımın hepsinin gözlerine baktım, gözleri donuk, hiçbir ışıltı ve sevinç yoktu, basit hesaplar ve riyakarlık akıyordu.

Zurnacının gözleri cam gibi duru, güneş gibi aydınlıktı. Bir zurnacıya, bir arakadaşlarıma baktım ve zurnacıya dönüp, duru gözlerine bakarak sordum:

“- Dünyaya bir kere daha gelsen yine zurnacı olmak ister misin?”

Duru gözleri kadar pürüzsüz, tereddütsüz, tok ve gurur dolu bir ses tonuyla; "Hiç başka bir şey olmam, yine zurnacı olurdum. Benim dedemin zurnası, Selanik Müzesi’ndedir" dedi.

İşte ben o an kararımı verdim.

Bir tarafımda; üç - beş kuruş bahşiş için Meriç boylarında zurna çalıp halkı eğlendiren, sırtında gömleği, ayağında ayakkabısı olmayan ama mesleğinden, hayatından memmun, soylu bir zurnacının dünyası vardı. Diğer tarafımda; profesör adayı, zurnacının bir yılda kazandığını bir ayda kazanacak kadar cebi paralı, altı arabalı, işini sevmeyen, işi bilip işe gitmeyen, öğrencilerine mutsuzluk, araştırma görevlilerine iki yüzlülük ve yolsuzluk öğretenlerin dünyası. O dünyanın içinde bulunan ve gittikçe onlara benzeyen, onların suçlarına ortak olan ben.

Çok önemli (kerameti kendinden menkul), işini sevmeyen, işine önem vermeyen, karamsar insanların arasında; mutsuz, işini sevmeyecek, pratisyen doktorluğunu önce kendisi küçümseyecek, karamsar doktor yetiştirme suçuna yeterince ortak olmuştum. Daha fazla suça bulaşmanın bir anlamı yoktu. Mutluluğun parayla hiçbir ilgisi yoktu: Ben ve profesör adayı arakadaşlarımın aldığı para zurnacıdan kat be kat çoktu ama zurnacı mutlu, biz mutsuzduk.

Soyluluğun, makam, sıfat ve eğitimle hiçbir ilgisi yoktu, hatta bunlarla ters orantılıydı: Biz önemli sıfatlara (!) sahiptik ve bu sıfatlar yakın bir gelecekte çok daha büyüyecekti.

Zurnacının hiçbir sıfatı yoktu. Zurnacı mesleğiyle onur ve gurur duyacak ve de gözünü kırpmadan tekrar zurnacı olacak kadar soylu, biz ise mesleğimize iki yüzlülük ve her tür yolsuzluğu, kepazeliği katacak kadar.

Daha fazla gecikmenin hiçbir anlamı yoktu. Ömrümün, tam kırk yılını çaldırmıştım. Zararın neresinden dönülürse kardı.

Ömrümün kalanını çaldırmanın hiçbir alemi yoktu. Olmuş ve de olabilecek sıfatlarımın tamamını derhal Meriç nehrine attım. Oh be dünya varmış. Sevincimden halay çektim. Asil ve soylu zurnacıyla kucaklaştım.

Ömürümün kırk yılını çalanlara, geri kalanını çaldırmamak için tüm köprüleri yakıp, yıktım. Artık, ben öyle her şeyi bilen, önemli bir öğretim üyesi değildim. Sadece ve sadece zurnacı sınıfından pratisyen doktordum. Şimdi işimi iyi yapmak için var gücümle uğraşmaktayım. Fakültede bana aşılanan, kötü huylardan kurtulmak için tüm öğrendiklerimi unutmaya çalışıyorum. Dostluğu, insanlara çıkarsız bakmayı, kendimi, eşimi, çocuğumu ve sonra diğer insanları sevmeyi öğrenmeye çalışıyorum. İşten kaytarmak yerine, baygın düşene kadar çalışıyorum.

Kendilerine öğretilmeye çalışılan tüm mutsuzluk ve kötülüklere karşın, bu ülkenin sağlık yükünü, içlerindeki insanlık değerlerini köreltmeyen doktorların taşıdığına ve hakkı verilerek yapılan pratisyen doktorluğun kutsal olduğuna inanıyorum. Şimdi yaşamın ve pratisyen doktorluğumun keyfini çıkarıyorum.

Dr. Besim Şeref l Yaşamın ve Pratisyen Doktorluğun Kıymetini Bilmek 16 Nisan 2017

Bilgi: Köşektaşlı Dr. Besim Şeref tarafından yazılmış bu yazı "Günlüğümden" adlı bir yayın organından aktarılmıştır. kosektas.net


Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası'nda yer alan metin, resim, fotograf ve diğer tüm içeriklerin hakları asıl sahiplerine aittir! Söz konusu bu kaynaklar, sahiplerinin rızası olmadan, basılı ya da dijital başka ortamlarda yayınlanamaz! 
kosektas.net,

Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


www.kosektas.net|İletişim: kosektas@kosektas.com|Son Güncelleme: 5 Mayıs 2023


Eski medeniyetlerin toprak ya da buzul altından çıkartılan kalıntılarıyla, bildiğimiz, anlatılan tarihin değişebildiğine çok kere tanıklık ettik. Yani şu cümleyi de kurabiliriz: Geçmişi bildiğimizi düşünüyoruz ama anlatılan hikâyelerden hangileri doğru? Bununla beraber, her ülkenin tarihi anlatış şeklinin de farklılık gösterdiğini biliyoruz. Peki, anlatılan geçmişin doğru olduğundan nasıl emin olabiliriz? Susan Wise Bauer’in Say Yayınları tarafından yayımlanan dört ciltlik Dünya Tarihi Serisi tüm bu sorulara alternatif bir yanıt verme niyetinde.
03.01.2023
İrlandalı usta yazar Samuel Beckett (13 Nisan 1906 / 22 Aralık 1989), 1948’de Fransızca yazdığı, Kendisini dünya çapında bir üne kavuşturan iki perdelik oyunu Godot’yu Beklerken için “Godot’yu yazmaya rahatlamak, o sırada yazdığım korkunç düzyazıdan kendimi kurtarmak için başladım.” der. Beckett burada uyguladığı yoksullaştırma yöntemini Oyun Sonu (1957) ve Mutlu Günler (1960) gibi sonraki oyunlarında daha da ileri taşımış, diyalogları iyice minimalist kılarak ulaşılması olanaksız gözüken mutlak bir sessizliğe doğru yol almıştır. Zira yaşamın anlamının kaybolması, sözcüklerin yok olmasıyla eşleşir ve Hamlet’in ölmeden önce “Ve gerisi sessizlik” demesi gibi, Beckett de son metni olan Sarsılmalar’ı (1988) “Ah, her şeyi bitirmek” cümlesiyle noktalamıştır. Belki bu son sözleri yazarın tüm yaşamı boyunca aradığı ve arzuladığı sessizliğe, uzun çabalar sonucunda, bir anlamda kavuşmayı başardığı şeklinde algılayabiliriz.
03.01.2023
Prof. Dr. Emre Kongar’ın toplumu uyaran eşsiz kaleminden çıkan bu kitap, tarihe “toplumsal bir aymazlığın ibret verici örneği” olarak geçecek önemli bir sürecin öyküsüdür. Deneyimli bir toplumbilimcinin ve aydının 2000-2021 arasında Türkiye’de yaşananları yıllar öncesinden görerek toplumu uyarmaya çalıştığını belgeleyen, felakete doğru göz göre göre gidişimizi önleyememiş olan uyarılarının, değerli gazeteci-yazar Ümit Aslanbay tarafından seçilmiş ve düzenlenmiş olan derlemesidir. Bu kitabı okurken, Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin adım adım, hangi tarihsel duraklardan geçerek “Şahsım Devleti”ne taşındığını görecek, hem Kongar’ın gözlemlerine hayret edecek ve üzülecek, hem de gelecek için umutlanacaksınız. Ülkemizi saran karabasanın sonuna yaklaştığımız bir dönemde, aynı hatalara bir kez daha düşülmemesini sağlamak açısından önemli bir belgesel kitap…
03.01.2023
10 yıl boyunca tarikat ve cemaatler içerisinde yer alan ve şeyh yardımcılığına kadar yükselen Tekeli, "Bütün şeyhler, tarikatlar, cemaatler sahtedir. Buralarda tecavüz ve taciz vardır. Tacizin ana kaynağı sadece tarikatlar değil, kuran kursları, yurtlar ve cemaatlerdir. Bunlar din pazarlayan, namussuz ahlaksız insanlardır. Ben bunların hepsini gördüm ve yaşadım” dedi. Tekeci ayrıca, mahallelerde açılan “Sıbyan mektepleri”nin ne kadar tehlikeli olduğunu, devlet kurumlarının hangi cemaat ve tarikatlara paylaştırıldığını detaylarıyla anlattı.
12.12.2022
Prof. Dr. M. Orhan Öztürk, Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan Biat Toplumunun Kökenleri: Özerk Benlik - Kul Benlik adlı incelemesinde, özerk benlik, kul benlik kavramlarını, “biat toplumunun ruhsal kökenleri”ni örneklerle tanımlıyor. Toplumumuzda günden güne artan kadın cinayetlerinin, çocuk istismarlarının, hayvanlara karşı şiddetin, doğaya ve çevreye karşı vurdumduymaz davranışların temelinde nasıl bir ruh hali vardır? Toplumun ve devlet yönetiminin hemen her kesimini sarmış görünen değerler yozlaşmasının kökenleri nelerdir? Cumhuriyet’in önemli atılımlarının ve Dil Devrimi’nin, özerk benlikli yurttaşlar yaratmadaki rolü nedir? Sorunlarımızın kaynaklarını tanımadan neyle savaşacağımızı bilebilir miyiz?
10.12.2022
Şiir Tanıtım Köşesi

Özgürlük ve Onur Üzerine

Türk Şiiri'nin yaşayan devi Ataol Behramoğlu'nun "Özgürlük ve Onur Üzerine" adlı bu şiirini siz ziyaretçilerimize sunmaktan kıvanç duyarız!
kosektas.net

Demirtaş’a, Kavala’ya, cezaevlerinde haksız yere tutulan herkese!

Özgürlük ve onur kavramlarının
Tek ve aynı şey olduğunu düşünürüm;
Özgürüm, onurluyum çünkü,
Onurluyum, çünkü özgürüm.

Yaşamı değerli kılan da
Bu ayrılmaz birlikteliktir.
Savunduğum onurumla
Zindanda da özgürüm demektir.

Halklar da tıpkı kişiler gibi,
Onurla yaşarlar, eğer özgürlerse;
Bir halk razı demektir onursuzluğa,
Tutsaklığı yazgı kabul etmişse.

Özgürlük ve onur için verilen savaşım
Kavgaların en kutsalıdır.
Çünkü o, bilinçli tarihi boyunca insanın
Gerçekten insan olabilme uğraşıdır.

Ataol Behramoğlu