Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam24
Toplam Ziyaret713393
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

Bâlâ Nişani Mesned-i Tacdar - MKY

BÂLÂ NİŞANİ MESNED-İ TACDAR



Körinanç, en basit anlamıyla, “akıl ve bilim düşmanlığıdır.” Özellikle dinsel anlamda aşırı (tutkusal) bağlılıktır. Başka görüş ve düşünceye, özellikle de deneysel bilime gelişip, serpilme ve güçlenme hakkı tanımaz. Kendi inancı dışındaki hemen her şeyi yok etmeye çalışır. Engizisyon Mahkemeleri, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya katliamları, onlarca seçkin bilim insanımızın, araştırmacı - gazeteci ve yazarımızın katledilişi başlı başına birer körinanç olayıdır.

MUSA KÂZIM YALIM

09 Haziran 2016, Çarşamba

Bâlâ nişani mesned-i tacdar

Kıymetli dayıoğlum Salim, benimle ilgili düşünceleriniz beni gerçekten çok onurlandırdı. Akıl ve bilimi, kılavuz yapmış, diyalektik materyalist felsefeye dayalı “bilimsel dünya görüşünün” izinden yürüyen sizin gibi gençlerin takdirini kazanmak insana yeniden güç kazandırıyor. Sizin gibi gençlerden ilgi gördükçe, yaşamı daha çok sevmeye başlıyor insan.

Dünyada tüm insanlığa yararlı bir birey olmak, akıl ve bilime bağlı olmaya bağlıdır. İnsanlığın bilimsel çağdaş dünya doğrultusunda gelişip güçlenmesi, akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanç anlayışını yenmeye bağlıdır.

Eğer biz toplum olarak, deneysel bilim ve güzel sanatlara dayalı bir toplum olmak istiyorsak, akıl ve bilim yoluna dönerek, ArapOsmanlı birlikteliğini oluşturan, akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik kültür ve uygarlıktan ayrılarak, kendi ulusal kültürümüzü oluşturmak zorundayız. Sonuç olarak şu gerçeği vurgulamak istiyorum:

Türkiyemizi, “bilimsel dünya görüşüne” yönlendirmek ve Rönesans hareketinin çağdaş kazanımlarına ulaştırmak, sizin gibi aklın ve bilimin gücüne inanmış, her görüş ve düşünceyi bilimsel ölçütlere göre değerlendiren gençlerin görevidir. Ülkemiz, sizin gibi gençlerin elinde yükselecektir.

Kıymetli dayıoğlum, ben sizin hafızanıza ve zekanıza hayran kaldım. Yaklaşık 40 – 45 yıllık bir anıyı unutmamış olmanız, beni hayrete düşürdü. Sizi kutlarım!

Bâlâ nişani  mesne-i tacdar.” Bu dizenin, Osmanlılar zamanında Padişah, Sadrazam veya Şeyhülİslâmı övmek için söylenmiş olduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda sevgililer için de söylenmiş olabilir. Örneğin:

Rütbe-i balâ: Vezirlikten önceki rütbe.

“Kim yetiştirdi bugüne servden bala seni.”

Şair Nedim’in bu övgü dizesi, Vezirliğe yükselmiş birisi için söylenmiş.

Serv: Servigililerden olan ve Akdeniz Bölgesi’nde çok fazlaca yetişen, yapraklarını dökmeyen ince, uzun bir ağaç.

Bâlâ: Yüksek, yukarı, yüce.

Nişani: İşaret etme, belirtme.

Mesned-i: Üzerine dayanılan dayanak, önemli bir görevlinin çalıştığı yer ve mevkii.

Tacdar: Taç giyen Padişah veya Hükümdar.

Osmanlı döneminde kullanılan dil  ve felsefe, Osmanlıları yüceltecek, yeni bir kültür, yeni bir uygarlık yaratacak nitelikte olmadığı için ve aynı zamanda Arap – Osmanlı birlikteliğinde sürekli akıl ve bilim düşmanlığı güdüldüğü içindir ki; Anadolu’nun karayağız delikanlılarının kanı pahasına elde edilmiş yerler, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan başlamak üzere, birer birer kaybedilmeye başlanmıştır.

Osmanlı İmparatorluğunun varlığını kaybetmesi, Arap – Osmanlı birlikteliğini oluşturan akıl ve bilim düşmanlığına dayanmaktadır. Araplar ve Osmanlılar, Orta Çağ karanlığının içinde körinanca kapanıp kalmışlardır.

Dayıoğlu, sizinle ve diğer genç arkadaşlarla olan sohbetlerimiz sırasında, “Osmanlıca’yla, yani ne olduğu belirsiz sözcüklerden oluşmuş bir dil yapısıyla, Türk toplumunun kalkınma olanağı yoktur!” ve benzeri konuları içeren tartışmalarmımız olmuştur. Osmanlıca, Türk toplumunun kendi yarattığı bir dil değildir. Onun için de Osmanlıca’nın, düşünce ve felsefe üretme yeti ve kapasitesi yoktur.

Yıllar önce, “bâlâ nişani mesned-i  tacdar” sözcükleriyle, kimi örnekler vererek, Osmanlıca’nın, bizim toplumumuzu, “bilimsel dünya görüşü” doğrultusunda kalkındırma gücüne sahip bir dil olmadığını vurgulamaya çalışmıştım.

Büyük önder Atatürk, ne olduğu belirsiz bir Osmanlıca’yla, yani karman çorman bir dil yapısıyla, Türk toplumunun kalkınamayacağı gerçeğini görmüş, onun için, Türkçemizi, arı bir dil haline getirmenin kaçınılmaz olduğuna inanmıştır.

Bugünkü Müslümanlık da, Arap ulusçuluğu doğrultusunda geliştirilmiş, akıl ve bilim düşmanlığına odaklanmıştır. 

Arap ulusçuluğuna inanmış bulunan Osmanlılar, akıl ve bilim düşmanlığına dayalı Arap – Osmanlı birlikteliğini oluşturmuşlardır.

Osmanlılar, Anadolu insanının inanç ve geleneklerine dayalı kendi kültür ve uygarlığını yaratmasına yardımcı olacağı yerde, Arapların kültür ve uygarlığının etki alanını genişletmişler ve Arapları ihya etmişlerdir. Bu yüzdendir ki, Osmanlıca denilen, ne olduğu belirsiz, Arapça-Farsça karışımı bir dil oluşmuştur. Osmanlıca denilen bu dil, çağdaşlaşmamızı önleyen bir takoz olamaya hâlâ devam etmektedir.

Müslümanlık:

  • Arap Ulusçuluğu’na dayalı, Arap – Osmanlı birlikteliğinin Osmanlılar tarafından geliştirilip güçlendirilmesi yüzünden Kuran düzenlemesiyle, “evrensel niteliğini”;
  • Başta Türkiye olmak üzere, İslâm dünyasındaki durmak bilmeyen katliamlar yüzünden, “hümanist ve hoşgörü niteliğini”;
  • Tebeddül-i ezmanla tagayür-i ahkam caizdir.” Hazreti Muhammed’in bu sözlerine göre, İslâm dini, değişen zaman ve mekana göre de yorumlanabilirlik niteliğini;
  • İslâm dininin kutsallığını hiç önemsemeden tüm İslâm dünyasında, politika ve rant doğrultusunda kullanılmasıyla da, kutsal niteliğini;

ne yazık ki kaybetmiş durumdadır.

İslâm dünyası, İslâm’ın bu temel niteliklerini gözardı etmiş olduğundan, asırlardır emperyalist ülkelerin tutsaklık zincirine bağlı kalmaktan kurtulamamıştır.

Bâlâ nişani  mesned-i tacdar.” Bu anlatım, tamamıyla bir Osmanlıca anlatımıdır. Bütün Osmanlıca bu tümce gibi anlamsızdır. Bu tümce veya anlatım, Osmanlı hanedanına anlamlı gelebilir. Ama Anadolu halkı için anlamsızdır. Osmanlıca, anlamsız ve anlaşılması güç olduğu için insanı doğru düşünmeye yönlendirmez. Bu nedenle, 40-45 yıl önce, arı Türkçe’ye dönmemizin önemini vurgulamak için bu dört kelimeyi telafuz etmiştim.

Arı bir Türk dilinin yaratılmasını desteklemek için, adı geçen Osmanlıca anlatımı örnek vermekle gençlere, arı Türk diline güvenmelerinin ilericiliğin ve devrimciliğin bir gereği olduğu anlatılmak istenmiştir.

Arı Türk dilinin amacı, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun, kendi ulusal kültürünü oluşturarak, Batılı bilimsel ve sanatsal dünya görüşüne, yani bilimsel uygarlığa yönelmesini sağlamaktır.

Dil, bilimsel uygarlığın temelidir. Dil düşünceyi, düşünce felsefeyi, felsefe bilimi, bilim de endüstriyi oluşturur.

Kolay anlaşılır, arı bir Türk dili yaratıp geliştirmekdikten sonra, ne yaratıcı olabiliriz ne de muassır medeniyetler seviyesine ulaşabiliriz.

Osmanlıların dili, halkımız tarafından kolay anlaşılır bir dil olmadığı için, Osmanlı yönetimi, Osmanlı hanedanı ve erkanı halkla bütünleşememiştir. Bu yüzden de, yaklaşık 650 yıl içinde halka uygar hiçbir hizmet götürülememiştir. Osmanlıların, Türk köylüsüne, Türk toplumuna hizmet götürmesi şöyle dursun, onları ezim ezim ezmiş, perme perişan etmiştir. Şu dizelerden de anlaşılacağı üzere, Osmanlı yönetimi, halka hizmet etmek şöyle dursun, ancak halkın ürettiği ürüne ortak olmayı bilmiştir.

Şalvarı şaltak Osmanlı, Egeri kaltak Osmanlı, Eken de yok, biçen de yok, Yiyen de ortak Osmanlı.

Arap – Osmanlı birlikteliğini oluşturan ve körinanç denilen akıl ve bilim düşmanlığının doğuşu, bir hayli kavgalı ve kanlı olmuştur.

Batı, Rönesans hareketinin sayesinde akıl ve bilim düşmanlığından kurtulabilmiş, fakat Ortadoğu ve İslâm dünyası, bu belayı üzerinden bir türlü atamamıştır.

Körinanç en basit anlamıyla “akıl ve bilim düşmanlığıdır.” Özellikle dinsel anlamda aşırı (tutkusal) bağlılıktır. Başka görüş ve düşünceye, özellikle de deneysel bilime gelişip, serpilme ve güçlenme hakkı tanımaz. Kendi inancı dışındaki hemen her şeyi yok etmeye çalışır. Engizisyon Mahkemeleri, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş ve Malatya katliamları, onlarca seçkin bilim insanımızın, araştırmacı - gazeteci ve yazarımızın katledilişleri başlı başına birer körinanç olayıdır.

Körinanç; toplumsal ve devlet yaşamında bağnazlığa dayalı, düşsel ve dinsel inancı egemen kılmaya çalışır. Bu yüzden her zaman dikkatli olmak gerekir.

Kıymetli dayıoğlum, sizin bir sorunuz, bizi nereden aldı ve nereye getirdi.

“Laf, lafı açarmış.” Bu özdeyiş yerinde söylenmiş bir olgudur.

Başarılar diler, gözlerinden öperim.

Sevgiler.

Musa Kâzım Yalım.

7. II.2010



 

 



Yorumlar - Yorum Yaz
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951