Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam53
Toplam Ziyaret711668
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

Anasayfa

www.kosektas.net




Musa Kâzım Yalım - Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır.

Makam: Hüzzâm - Bestekâr: Yesari Asım Arsoy
Video - MKY Koleksiyonu, kosektas.net, 2010 ©
--------------------------------------------------------------

Bugün akşam ufukta hüzün vardı:
Güneş, gün bitti, ben gidiyorum diyordu,
Gökyüzü, kızıla boyanmış, güneşe veda ediyordu!

Köşektaş Köyü'nün aydınlatıcı ışığı, yaklaşık yüz yaşındaydı, işte o ışık, 26 Nisan gününün akşamüstü birden sönüverdi.

Kâzım hocamızı hep, gülümseyen yüzüyle anımsayacağız:
Dizginlenemez bir yaşama sevinci vardı, yaşama sevincini kendini dinleyenlere de aşılardı, sanki o bunun için vardı.

26 Nisan 2024
kosektas.net


D  O  S  T  L  A  R
Benim bu dünyadaki maceramın sonunda,
artık elimi sonsuzluk tutuyor...

Beni anarken, sakın ola, üzülmeyin;
aksine, benden bahsedin ve gülümseyin!

Hatta, aranızda bana bir yer verin,
hayattayken verdiğiniz gibi;
cesur, cömert ve tekin...


GEÇMİŞTEKİ YILLARI TAZELERMİŞÇESİNE

Yeryüzü hiçbir yerde Köşektaş’taki kadar uçsuz bucaksız değildir! Oradaki düzlükler, pınarlar, çayırlar, bayırlar, koruluklar aklımda kaldığı gibi mi hâlâ, görmek istiyorum. Kırların havasını solumak, koca yolda yürümek, dere boylarında gezmek, kavaklıkların, harman yığınlarının gölgeliklerinde oturmak istiyorum.

MUSA KÂZIM YALIM

Doğa sadece gökyüzünden ibaret değildir Köşektaş'ta. Gündüzün güneşli aydınlığında, gecenin lacivert atlasında uzanan o uçsuz bucaksız ova ile onun hemen arkasında yükselen heybetli Kırlangıç Dağı, daha bilinen adıyla Çatal Dağ, bir diğer adıyla Mor Dağ, Köşektaş insanına duygu yüklemiştir. Köşektaş insanının bu denli müziksever, şair ruhlu ve esinli olması, ancak oradaki doğal ortamla anlatılabilir. Kim nereden bakarsa baksın, doğanın Köşektaş’a çok cömert davranmış olduğunu görür. Doğanın insanı en etkileyici anlarından olan güneşin doğuşu da, batışı da benzersiz bir güzelliktedir orada. Aynı şekilde ayın doğuşu. Güneş’in Kaçkaç’ın başından doğuşuna, Kırlangıç Dağı’ndan batışına; dolunayın kıyın ardından yükselişine, herkes mutlaka tanıklık etmelidir!

          
Abdullah Hoca Akif Hoca

Koca bir ömrü ut çalarak, şarkı söyleyerek geçirmiş biri olarak, sayısız anılarım var. Bunların büyük bir kısmını yazıya aktardım. Ancak, hafızamda kalmış ama henüz yazıya aktaramamış olduğum anılarımın sayısı da bir hayli fazla.

Yaşı ve aklı yetenler, o yılları iyi bilirler. 1960’lı yıllarda Köşektaş, bugünkünün aksine, çok daha kalabalıktı. İnsanlarla doldup taşan köy odalarında, insanı usandırmayan, koyu ve seviyeyli sohbetler yapılırdı. Aynı yıllarda ut çalmak için çok sık uğradığım mekanlardan bir tanesi, Köşektaş Kayasının dibi, Mehmet Özdoğan’ın marangozhanesinin doğu cephesiydi.

             
Kâzım Hoca Rüstem Hoca

O yıllarda Akif Hoca, Abdullah Hoca ile Rüstem Hoca, bana çok sık uğrar, felsefe ağırlıklı ve nitelikli sohbetler yapardık. Yapmış olduğumuz bu sohbetler sonrası, ortaya bir sessizlik çöktüğünde, umutlu bir beklentinin heyecanıyla gözüme bakıp, ut çalmamı ve şarkı söylememi beklerlerdi. Onları kıramaz, Selahâttin Pınar’dan, Yesari Asım Arsoy’dan, Semahat Özdenses’den, Hüseyin Coşkuner‘den şarkılar söylerdim. Beni dinledikten sonra mest olduklarını, dinlendiklerini söylerlerdi. Hatta Akif Hoca, bana her defasında, “Beni dilhun(*) ediyorsun, Kâzım!” derdi. Hepsi de çok duygulu, çok içli insanlardı. Akif Hoca ile Abdullah Hoca’nın, bana her gelişlerinde, mutlaka çalıp söylememi istedikleri bir şarkı vardı. İşte o şarkı, Yesari Asım Arsoy’un bestelemiş olduğu “Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır.” adlı şarkıydı. Akif Hoca da, Abdullah Hoca da, bestekârın bu şarkıdaki muhatabının, bir kadın, bir sevgili değil, evren ile onun yaratıcısı olduğunu söylerdi. Seçkin bestekâr Yesari Asım Arsoy’un bu şarkıda, “Ben bu evrene de, içerdiği her şeye de aşığım! Benim en büyük aşkım, bu evren ve onun yaratıcısıdır! (**)” demek istediğini ısrarla dile getirirlerdi. Daha sonra yapılan birçok araştırmada onların bu gözlemini doğrulayan kanıtlara ulaşıldı. İletişim kanallarının henüz gelişmemiş olduğu o yıllarda böylesi bir gözlemi nasıl edinmişlerdi, hâlâ merak ederim. Şöyle bir düşünüldüğünde aşk, gerçekten kutsal bir sevidir. Onu sadece, gerçekten hakedene vermeliyiz! Onu, ona uygun olan, ona yaraşır olan seviyede tutmalıyız!

Ut çalmak, şarkı söylemek amacıyla çok sık uğradığım bir başka mekan da, müzik, doğa ve zamanla bütünleşmeyi bilmiş gönüllerin buluştuğu Gumbaz’ın Ali’nin odasıydı. Ta gençlik yıllarımda o odaya çok sık uğrar, orada toplanan müziksever köy halkına ut çalar, şarkılar söylerdim. O odada bulunmaktan, oradaki insanlarla birlikte olmaktan huzur duyar, keyif alırdım. Bana bir insan gösterin ki, kendini dinleyenler karşısında sesinin yankılandığını duymaktan, dinleyenleri derinden etkilediğinin farkına varmaktan hoşnut olmasın...

Oda sahibi Ali Uçar ile oda sakinleri Akif Cesur, Abdullah Çetin, Hacı Mehmet Yıldız, Yusuf Çelebi, Süleyman Çelebi, Mehmet Çelebi, Yusuf Seyfi, Abdurrahman Koca, Selim Şahman ve hatırlayamadığım daha birçok insan, ne kadar çalarsam çalayım, ne kadar söylersem söyleyeyim, yeter artık demezlerdi. Aynı odada bir yaz akşamı farkında olmadan dört saatin üzerinde durmaksızın ut çalmış, şarkı söylemiştim. Müzik sefası bitip de insanlar dağılmaya başlayınca, Mehmet Çelebi kulağıma eğilerek, “Kâzım, dört saati geçkin bir süre çaldın!” demişti. Anlaşılan o ki, o gün, o güzel ortamda, dinleyenler beni, ben de dinleyenleri coşturmuş, zaman su gibi akıp gitmiş, fakat ben farkına varamamıştım.

Kelimelerle anlatmayı beceremediğimiz duygu ve düşüncelerimizi ancak tınılarla, seslerle, yani müzikle anlatabiliriz. Müzik, ruhu önce okşar, sonra sağaltır! Bu iri deyişteki gerçek, insanların kalplerindeki kiri ve pası müzikle arındırmasında yatmaktadır. Müzik dinleyen insanın yüreği kir ve pas tutmaz. Dahası müzik, sese biçim verir, devinim verir, dili geliştirir, diksiyonu düzgünleştirir! Müziğin olduğu yerde kin, kavga, suskunluk, miskinlik ve korku olmaz! Tüm bunların aksine, dostluk olur, muhabbet olur, cesaret olur, ışık olur, coşku olur, aşk olur!


(* ) Dilhun: Pek dertli olan; yüreği kan ağlayan.

(**) Yaratıcı: Her alandaki kadirliği ile hayranlık yaratan, üstün meziyetlerine gıpta edilen, eşi benzeri olmayan, en üst derecedeki varlık.

Anılar ve anlatı: Musa Kâzım Yalım l Yazıntılar ve birişim: Lütfullah Çetin l 5 Nisan 2012.

Kâzım Hoca’mızın bir döneme ait olan anılarını içeren bu yazı, kendisinin anlatımı sırasında tutulan yazıntılar ve bu yazıntılara yapılan birişim sonrası genişleyerek yukarıdaki halini almıştır! Fotograflarıyla bu yazıya zenginlik kazandırmış olan Özcan Antike, Necdet Şen ile Mehmet Erbil'e çok teşekkür ederiz!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

 


Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası'nda yer alan metin, resim, fotograf gibi tüm içeriklerin hakları asıl sahiplerine aittir! Söz konusu bu içerikler, sahiplerinin rızası olmadan, matbu ya da dijital, başka ortamlarda kullanılamaz!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


www.kosektas.net|İletişim: kosektas@kosektas.com| Son Güncelleme: 26 Nisan 2024

10 yıl boyunca tarikat ve cemaatler içerisinde yer alan ve şeyh yardımcılığına kadar yükselen Tekeli, "Bütün şeyhler, tarikatlar, cemaatler sahtedir. Buralarda tecavüz ve taciz vardır. Tacizin ana kaynağı sadece tarikatlar değil, kuran kursları, yurtlar ve cemaatlerdir. Bunlar din pazarlayan, namussuz ahlaksız insanlardır. Ben bunların hepsini gördüm ve yaşadım” dedi. Tekeci ayrıca, mahallelerde açılan “Sıbyan mektepleri”nin ne kadar tehlikeli olduğunu, devlet kurumlarının hangi cemaat ve tarikatlara paylaştırıldığını detaylarıyla anlattı.
12.12.2022
Merdan Yanardağ, bu kitapta insanlık tarihinde kalıcı izler bırakan büyük bir medeniyetin, geri kalmışlık ve sefaletinin nedenlerini sorguluyor. İslam dünyasının içine sürüklendiği şiddet / terör sarmalının kaynaklarını araştırıyor. • Bu kitap, insanlık tarihinin en büyük entelektüel intiharını ve uygarlık dramlarından birini anlatıyor. Bu anlamda elinizdeki kitap, Batı kültür havzasında yaşayan toplumların, Ortaçağı aşıp, akıl ve bilim çağını yakalamalarına karşın, İslam dünyasının bunu neden başaramadığının hikâyesidir.
12.12.2022
Prof. Dr. M. Orhan Öztürk, Cumhuriyet Kitapları tarafından yayımlanan Biat Toplumunun Kökenleri: Özerk Benlik - Kul Benlik adlı incelemesinde, özerk benlik, kul benlik kavramlarını, “biat toplumunun ruhsal kökenleri”ni örneklerle tanımlıyor. Toplumumuzda günden güne artan kadın cinayetlerinin, çocuk istismarlarının, hayvanlara karşı şiddetin, doğaya ve çevreye karşı vurdumduymaz davranışların temelinde nasıl bir ruh hali vardır? Toplumun ve devlet yönetiminin hemen her kesimini sarmış görünen değerler yozlaşmasının kökenleri nelerdir? Cumhuriyet’in önemli atılımlarının ve Dil Devrimi’nin, özerk benlikli yurttaşlar yaratmadaki rolü nedir? Sorunlarımızın kaynaklarını tanımadan neyle savaşacağımızı bilebilir miyiz?
10.12.2022
Soluk soluğa girdi muayenehaneye ve “Kocam ölüyor, yetişin doktor bey,” dedi; felfecir okuyan gözleriyle. Kısa bir soruşturmadan sonra, kocasını arı soktuğunu, arı zehrine karşı alerjisi olduğunu öğrendim; acil çantamı alarak ve Park Taksi durağından bir taksiye binerek, Dikili’nin İsmet paşa Mahallesinin yukarı kısımlarına doğru çıkmaya başladık. Hem hastaya nasıl bir tedavi uygulamam gerektiğini düşünüyor, hem de arabanın geçtiği sokağa bakıyordum.
27.01.2016
20. yüzyılın başta gelen bilim felsefecisi Karl Popper 1973 yılında Cambridge Üniversitesi'nde verdiği bir konferansta "anlamlılığın anlamı nedir?" (what is the meaning of "meaning"?) sorusunu irdelemekteydi. Popper, insanı insan yapan, adına “dil” dediğimiz çok yönlü ve karmaşık mekanizmanın niteliğini ve günlük yaşamdaki işlevliliğini, kendi bünyesindeki dilbilgisi, sesbilgisi, sözdizimi, anlamlılık (semantik) yapılarıyla, somut ve şeffaf matematik - fizik işlemleri gibi, bir yandan saat gibi tık tık çalışan düzenli bir sisteme, öte yandan, algılanması güç soyut ve bulanık kara bulutlara benzetiyordu. Başlığı “Dil, bir saat ve karabulutdur” şeklinde olan konferansını, “Tüm fizik ve matematikçiler dilbilimci olma özlemindedir. Her dilbilimci de fizikçi veya matematikçi olma özlemindedir” (!) sözüyle konuşmasını bitiriyordu.
23.02.2013
İnsanlık tarihi kadar uzun bir geçmişe sahip olan ve zamanla değişik boyutlar kazanan müziğin, insanlar üzerine çok çeşitli tesirleri vardır. Bu tesirler hem menfî hem de müspet olabilmektedir. Müzik, halk arasındaki anlayışa göre ekseriyette bir eğlence vasıtası olarak görülmesine karşın, esasen duygu ve düşünceleri seslerle anlatma veya sesi düzenli ve estetik maksatlara uygun şekilde kullanma sanatıdır. J.J. Rousseau'ya göre müzik, sesleri kulağa hoş gelecek şekilde terkip etmektir. Müziğin sadece bir eğlence aracı olmadığının, insan ruhunun ve vicdanının derinliklerinden zihin ve düşünce dünyasına kadar uzanan bir iletişim yolu olduğunun anlaşılmasıyla, müziğin bu özelliğinden nasıl istifade edebiliriz düşüncesi, çok sayıda ilmî araştırmaya zemin teşkil etmiştir....
08.04.2012
Birinci Dünya Savaşı’nda, 1915 yılı Aralık ayı zemheri soğuğunda, yazlık giysilerle, Sarıkamış’ta dağ ardında mevzilendirilerek, Oltu’dan Allahüekber Dağları’na sürülen doksan bin asker, Ruslara bir kurşun bile sıkamadan, önce bitlenir, sonra da soğuktan donup ölür. Bunun üzerine Ruslar, karşılarında hiçbir askeri güç kalmadığından, Erzurum, Erzincan, Gümüşhane, Bayburt, Rize ve Sivas yakınlarını kolayca işgal ederler. Hem Ruslar, hem onların desteklediği Ermenilerin kıyım ve öldürmeleri nedeniyle, bu bölgelerde yaşayan tüm Türkler, evlerini, yurtlarını terk etmek zorunda kalırlar. Bunlardan çoğu İç Anadolu Bölgesi’ne doğru göç ederek, ulaşabildikleri köylere geçici olarak yerleşirler.
26.03.2012
Türkçenin özleştirilmesi, geliştirilmesi ve zenginleştirilmesine çok büyük emeği geçen dilbilimci yazar Emin Özdemir'in "Anlatım Sanatı" kitabı Bilgi Yayınları'ndan Mart 2012'de çıktı. Anlatımda yaratıcı olamayan diyalogda başarılı olamayacağı gerçeği bilindiğinden kitabın herkes için yazıldığı daha başlığından anlaşılıyor. Kitap, Türkçeyi doğru, güzel ve etkili bir biçimde konuşmak, yazmak isteyen herkes ve öncelikle Türkçeyi kullanma yetilerini geliştirmek isteyen yerli yabancı tüm öğrenciler ve öğretmenler için önemli bir başvuru kaynağı olma amacını taşıyor.
21.03.2012
Anlatılır: İki komşu kadın, önce “davlaşmışlar” sonra da saç saça, baş başa kavga ederek birbirini dövüp giysilerini yırtmışlar. En çok dövülen o olmalı ki, akşam eve gelen kocasına olanı biteni, bire bin katıp, ağlayarak anlatmış. Onu döven kadın kesinlikle mahkemeye verilecek, hapislerde çürütülecek. Adam çaresiz. Sabah erkenden kalkıp komşu kadını mahkemeye vermek için Hacıbektaş’a gitmiş. Günün her saatinde, yarı sarhoş durumdayken bile “muska” yazan Ali Hoca`nın arzuhalci dükkanına varmış.
14.03.2012
Köy Enstitüleri


Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı, akıl ve bilimsellikten uzak, körinançlar bütünü halindeki safsatalardan
arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.



Köy Enstitüleri hareketi; Atatürk’ün ortaya koyduğu akıl ve bilimin öncülüğündeki, bilimsel dünya görüşü doğrultusunda, bilimsel ve sanatsal değerlere dayalı, Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde, İsmail Hakkı Tonguç’un yaratısı, özel bir pedagojik öğretim metodu içeren, Türk köylüsü ve toplumuna özgü, Rönesans ve aydınlanma hareketiydi.

Türk köylüsü, asırlarca ihmal edilmiş ve ona en ufak hizmet bile sunulmamıştır. Aslında Türk köylüsü zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Ancak, ne yazık ki, Türk köylüsünün bu özelliği, Osmanlı döneminde, değerlendirilememiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik güç sayesinde, 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, yoksul kalmış, ancak varlığını Osmanlı İmparatoprluğuna adamaktan geri kalmamıştır.

Osmanlılar, Türk köylüsüne hizmet götürecekleri yerde, Arap – İslam ideolojisinin, kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışmıştır.
Köylülerimiz, hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağımlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden köylülerimiz, altı yüz yılı aşkın bir zamandan beri, hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varamadan, kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar, bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Köylülerimiz, asırlardır; sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulagelmişlerdir.

Asırlardır köylülerimiz, vergi almaya, düşmana karşı savaş alanında kaynak olarak kullanılmaya yönelik canlı bir araçtı. Mutlu olmak şöyle dursun, insanca yaşamaktan uzak, köle gibi kullanılmak ve öyle yaşamak, köylülerimizin ve halkımızın değişmeyan kaderiydi. Dinsel yorumcu ve kadercilere göre, sanki Allah, onlara, ölünceye dek, hep köle gibi bir yaşam biçimi çizmişti.  Zavallı köylülerimize ve halkımıza bu anlayış ve yanlışlar Allah buyruğu olarak gösteriliyordu. Bu buyruk köylülerimize özel olarak Allah tarafından gönderilmiş bir “ilm-i ilahi” olarak kabul ettirilmiş ve köylüler, ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamının mutluluğu ile aldatılagelmişlerdir.
Köy Enstitülerinin öncelikli amacı, köy insanını hiçbir kuvvet, yalnız kendi hesabına insafsızca istismar etmesin, köylülere köle ve uşak muamelesi yapamasın diye, köylüye kendi öz haklarına sahip çıkabilecek, demokratik haklarını elde edebilecek bilincin kazandırılmasını sağlamaktı.
Tarım alanında dünya standartlarını yakalayacak yaratıcı, üretici ve girişimci etkinlikleri yapacak köy insanının yaratılması sağlanacaktı. Bu nedenle, kendi öz haklarına sahip çıkmasına yönelik feodal sömürüye, yani toprak ağalığına karşı bilinçlendirilmesi zorunlu hale gelmişti. Bu bilinç ancak Köy Enstitüleri hareketiyle sağlanabilirdi. Bu nedenle eğitimin, Atatürkçü, akıl ve bilim doğrultusundaki bilimsel dünya görüşünün güdümüne alınması sağlanacaktı.
Köylünün yaşantısının, görünmez güçlere, efsanelere, mucizelere, mezheplere, tarikatlara, cemaatlara, kadere, uğura, muskaya ve hurafelere dayalı akıl ve bilimsellikten uzak körinançlar bütünü halindeki safsatalardan arındırılmasını Köy Enstitüleri kuruluşları sağlayacaktı.

Köy Enstitüleri yüksek bölümüyle, yirmi bin öğretmeniyle, yetiştirdiği yazar, şair ve sanatçıları ile Türkiye’nin geleceği çok parlak gözüküyordu. Bu etkinlikle, tüm Türkiye’nin eğitimi – öğretimi Köy Enstitüleri eğitim metoduna dönüştürülecekti.
Köy Enstitüleri’nin amaçlarından en önemlilerinden biri de, Türk köylüsünü ve halkını; Arap halkının inanç ve geleneklerine bağlı, Ortaçağ Arap İslam Uygarlığı’nın oluşturduğu, Kuran düzenlemesi ile, Eş’ari’nin akıl ve bilim düşmanlığı denilen körinanca yönelik, sözde, Allah tarafından (ilm-i ilahi) gönderildiği söylenen Arap ulusçuluğunun yaratmış olduğu kültür ve uygarlığına bağlı olarak yaşamaktan kurtarmaktı. Böylece, Köy Enstitüleri eğitim kuruluşları ile, kendi öz ulusal kültürümüzü oluşturarak, akıl ve bilimin öncülüğünde, kendi uygarlığımızı yaratmaya yönelik amacın yaşama geçirilmesi sağlanacaktı.

Batı tarihinde Fransa’da uygulandığı gibi, ne acıdır ki, Türk köylüsü ve halkına da uygulanmış olarak değerlendirilen Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayı, yani köylünün ve halkın toplumsal gelişmesini engelleme yolu ile devleti daha rahat yönetme düşüncesi, Osmanlı döneminde de yaşanmıştır.
Köy Enstitüleri hareketi ile, köylünün ve halkın üzerinde yaşatılan Obskürantizm ve Obstrüksiyon uygulamasına son veriliyordu.

1950 DP (Demokratik Parti) döneminde de, aynı anlayış uygulanmaya konmuştur. Çünkü Köy Enstitüleri‘ni kapatmak, Obskürantizm ve Obstrüksiyon olayının ta kendisidir. Bu uygulama ile köylünün bilinçlenmesi önlenmek isteniyordu.

Köy Enstitüleri’nin etkinliği ile uyanan köylüler, kendi öz haklarına sahip çıkmaya, toprak ağaları ve köylüyü sömürmeye alışmış egemen sınıf ve devlet yöneticilerinin rahatı ve mutluluğu bozulmaya başlayınca, mutlu ve egemen kesim, Köy Enstitüleri’ne karşı cephe oluşturmuşlardır.

Köy Enstitüleri’ni kapatmak için çeşitli iftira ve entrikalar oluşturulmuştur. DP’li bir milletvekilinin Konya ilinin Durlas köyü halkına yaptığı konuşma şu şekildedir:

“Köy Enstitüleri’nde kız ve erkek öğrenciler birlikte eğitim görüyorlar. Bu nedenle, kız erkek birlikteliğinden dolayı, fuhuş olayı yaşanmaya başlanmıştır. Biz, DP iktidarı olarak, Köy Enstitüleri’nde okuyan kızlarınızı erkeklerden ayırdık. Onları Kızılçullu Köy Enstitüsü’nde topladık. Böylece kızlarınızın namusunu kurtardık.”

DP iktidarı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla birlikte; 1932 yılından itibaren Türkçe okunmaya başlayan ezanın yeniden Arapça okunmasını sağlayarak, Arap kültür ve uygarlığına yeniden dönüşün yolunu açmış, böylece Türk köylüsü ve halkının uyanışı önlenmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur.

Musa Kâzım Yalım,

1950 - 1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu.

05. Ocak 2011