Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam12
Toplam Ziyaret713381
Kitap Tanıtım Köşesi

Ma.Zi-1945
Çağdaş Çelebi
Baykuş Dağları ve İkinci Dünya Savaşı'nın sırları…

Şair Dr. Salim Çelebi’nin kızı Çağdaş Lara Çelebi’nin yazmış olduğu “Ma.Zi-1945” adındaki bu roman, kendi alanında dünya literatüründe bir ilk! Romanın konusu gerçek olaylara dayanıyor ve yaklaşık üç çeyrek asırdır bir sır gibi duran bir konuya ışık tutuyor!
kosektas.net

Köyümüz bilgisunum sayfası kosektas.net, Ma.Zi-1945 adındaki bu kitabı, ilgi duyan on ziyaretçimize ücretsiz ulaştıracaktır!
Kitap talebi için tıkla

II. Dünya Savaşı sürerken 1943 senesinde Nazilerin, biri Ksiaz Kalesi’nin altında ve diğerleri Baykuş Dağları’nda olmak üzere Aşağı Silezya’da inşa
etmeye başladıkları kilometrelerce karelik büyüklüğündeki yedi devasa yeraltı kompleksi ve tünelleri, günümüzde hâlâ gizemini korumaktadır. Toplama kamplarından getirilen esirlere yaptırılan projeye, büyüklüğünün yanı sıra, gizliliğinden dolayı kod adıyla bahsedilmesi gerektiğinden, Almancada “dev” anlamına gelen Der Riese ismi verilmiştir. Ne amaçlı yapıldıkları tam olarak bilinmese de tesisin, silah üretimi için tasarlandığı veya karargâh olarak planlandığı tahmin edilmektedir.

Özellikle ilk ihtimalin üzerinde duran uzmanlar, yeraltı tünellerinde nükleer silahların, V1 ve V2 roketlerinin, yerçekimi karşıtı çeşitli deneylerin yapıldığını ve hatta “çana” benzediği için Die Glocke adı verilen bir makinenin test edildiği tezleri üzerinde durmaktadırlar. Ma.Zi-1945 romanı, dönem Almanya’sında yaşananları, bu esrarengiz projeye katılan bir makine mühendisi olan Matthias ve onun yakın dostu Thomas aracılığıyla tanıştığı iki Yahudi kız kardeşin başlarına gelenler çerçevesinde ele almaktadır.

Ma.Zi-1945 l Çağdaş Çelebi l ISBN: 9786253911133

Yayınevinin kitap tanıtım bültenidir.

İlkokulumuz ve Arkadaşlarımız - Dr. Salim Çelebi

 
 

 KÖŞEKTAŞ’TA DÖRT MEVSİM

IV-  İLKOKULUMUZ VE ARKADAŞLARIMIZ

Dr. Salim Çelebi


Beni de Köşektaşımızın çoğu insanı gibi Yahya Öğretmen okuttu: Yahya Doğan.

Okulumuzda iki öğretmen vardı 1960’lı yılların başında: Yahya Doğan ve amcamın oğlu Fethi Çelebi.

Birinci ve ikinci sınıfı Yahya öğretmende; üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıfı da Fethi öğretmende okumuştuk. Derslik sayısı azdı, birinci ve ikinci sınıflar bir derslikte; diğer üç sınıf da başka bir derslikte ders yaparlardı. Aynı derslikte eğitim gören üç ayrı sınıfa, yetişmek zorundaydı öğretmen!

Bugün bile, kalemtıraşların; Yahya Öğretmenimiz kadar düzgün kalem açacaklarına inanmıyorum.

Yetmişli yılların ikinci yarısında görmüştüm en son Yahya Öğretmenimizi. İstanbul’da, hem akşam lisesinde öğretmen hem de tıp fakültesinde öğrenciydim. Köye gelmiş olduğum bir dönemde yapmış olduğumuz bir sohbette, “Romatizmanın çaresini buldum.” demişti. Nasıl bulduğunu sorduğumda, “Her iki bacağım da yıllardır çok ağrıyordu: O kadar çok ilaç kullandım, fakat hiç biri de kâr etmedi. Önce bir arıdan başladım; sonra, iki, üç, dört, beş... derken kırk arıya kadar çıktım. Yani aynı anda diz kapaklarımı kırk arıya sokturdum. Ne ağrım kaldı ne de sızım.”

İlginç gelmişti bana, araştırdım; gerçekti söyledikleri: Amerika’da, çeşitli eklem hastalıkları için arı zehiri ampulleri vardı. İlkokul birinci veya ikinci sınıfta değildim, ama yine de bir şeyler öğretmişti Yahya Öğretmenim...

Yerli malı haftası düzenlenirdi her yıl okulumuzda: Başta yiyecekler olmak üzere, köyümüzde üretilen her şeyi götürürdük.Yiyecekler masalara yerleştirilir ve tüm köy halkı davet edilirdi okula.

Hoparlör sistemi yoktu köyümüzde, deller (Tellal) çağrılırdı.

İlgili kişi, köyün orta yerlerindeki bir dam başına çıkar ve yüksek sesle okurdu duyuruyu.

Dinleyenler duymayanlara söyler, herkese yayılmış olurdu ilan.

Bizleri kümelere ayırarak ders yapardı Fethi öğretmen. Her küme, dersin sonuna doğru soru sorardı bir diğer kümeye. Bilinemeyen soru sorulduğunda, gurur duyardı soruyu yönelten küme kendisiyle.

Bahar Bayramında geziye giderdik okul olarak. Bir gün önceden annelerimiz kumanyalarımızı hazırlar (Kaynamış yumurta, haşlanmış patates, yeşil soğan...) ve Kayaltı köyüne yakın bir yer olan “Pazarcık”a gidilirdi. Etraf köyler de gelirdi, oradaki mesire yeri olan çayırlığa.

Çeşitli yarışmalar yapılırdı gelen köy ilkokulları arasında.

İlkokul beşinci sınıfta; Saniye, Akkız, Refika, İbrahim Gülmez, Murat Güneş, Mehmet Çelebi, Baki Cesur, Tayyar Altıntaş, Şenol Şeref, Ali Ölgün, Talip Akdemir, Yücel Yıldız, Abidin Erdem ve Yüksel’le aynı sınıftaydık.

Ertan Akdemir bizden bir sınıf gerideydi ama iyi arkadaştık onunla.

Çalışkan bir öğrenci sayılırdım, ama şu anda düşünüyorum da içimizde en zeki öğrenci Murat Güneşti.

Bir de İbrahim Gülmez’i hiç unutamam: Bâli Amcanın oğlu İbrahim, saflığın, dürüstlüğün ve emeğin sembolü olmuştur benim için hep.

1967 veya 1968 yılında, evlerinde yangım çıkmıştı da tüm köylü söndürmüştük!

Çok iyi arkadaşlarımdan biri de Ali Ölgündü. Çok üzülürdüm ayaklarının durumuna. Çabuk sinirlense de çok temiz bir yüreği vardı. Umarım emekli olmuştur; Kırşehir Devlet Hastanesinde çalışıyordu yanılmıyorsam.

İlkokulumuzun tam karşısında Elvanların evi vardı. Elvan’ın küçük kız kardeşi Fahriye, en büyük topu olan arkadaşımızdı. Bayılırdık onun büyük topu ile oynamaya. Hınzır, her zaman vermezdi canımızın çektiği topu!



Yorumlar - Yorum Yaz
Korku ve Hürriyet

Korku ve Hürriyet
Hasan Ali Yücel

İnsanların yüzünü en çok iki şey çirkinleştirir: Korku ve hırs. Korku, ruhun kirpi gibi kendine katlanıp ufalanması; bedenin ekşi yiyen ağız gibi buruklaşıp büzülmesidir. Korkak, ruhu iğri büğrü olmuş bedeni her zaman ve her taraftan bir bela bekleyen tavşan gibi vehimleri içerisine sinmiş yaşar. Doyurulmamış arzuların kustuğu zehirler uzun yıllar birike birike şifası güç bir tesemmüm, iliklerine kadar işler. Gözler yuvalarına gömülmüştür, etrafa ürkek ürkek bakar. Bakışların istikameti yere doğrulur. Korkak, muhatabile göz göze gelemez. Düşündüklerini karşısındaki keşfedecek diye ödü patlar.

Öd, dedim de, malûm, bu, safra demektir. Büyük korkular, safra kesesine, karaciğere çok tesir ederler. Mücerebdir gaflet olunmaya! Oburların sine sine, politikacıların birden bire yedikleri bir darbeden dolayı çok kere karaciğerleri bozulur veya safraları taşar. Doktorlarımız, hekim diliyle bunu daha etraflı açıklasalar da biz halk dilindeki ödü patlama, ödü kopma gibi tabirlerinin vereceği manadan icabeden dersi alabiliriz. Ödlek veya ödelek kelimelerinin korkak anlamına gelmesi de bu sebebten olsa gerek, Maarifin despotları (!) elinde bulunduğu zamanlarda fikir ve kanaatlerini söylemeycek derecede büyük korkular geçirmiş meşhur psikologlarımız, ruh ile beden arasındaki münasebet bakımından bu konuda nefislerinde yaptıkları denemeleri neşretseler, ilme büyük bir hizmet etmiş olurlar!

Korktuğunuz bir zamanda kendinizi toplayıp tecrübe için bir kere aynaya bakınız, ne kadar çirkinleştiğinizi görürsünüz. Yüzünüzdeki çizgiler derinleşmiş, içleri künk döşenecek su yollarına dönmüş, elmacık kemikleriniz büsbütün yumrulaşmış, gözlerinizin altı morarmış, ağzınız iki yana çekilip gerilmiş, bakışlarınız sönmek üzere olan bir kandil gibi titrek ışıkları ile manasızlaşmıştır. Ellerinizin titremesi müsaade etse de göğsünüzün sol tarafına onları koyabilseniz, yüreğinizin nasıl kuş gibi çırpınmakta olduğunu hissedersiniz. Korku ile irade, öyle derin bir felce uğrar ki, uzuvların kendilerini idaresi sona erer; tabii halde yapamayacağınız hareketleri korku anında en elverişsiz yerde ve şekilde yaparsanız. Korku bedende ve dolayısıyla ruhta çıkan bir ihtilâldir. Bir ihtilâl, fakat tecavüzden ziyade müdafaa halinde bir ihtilâl. Korku, iç dünyamızda ne nizam bırakır, ne intizam. Fikir ve hareketlerdeki en akıl almaz saçmalar, korku halinde sâdır olur.

Elhain-ü haifün, yani, korkak, haindir. Niye? Çünkü, korku ile ruhun karanlık mahzenlerine toplanan ezintiler, üzüntüler; kapalı bir yere birikmiş barut tozu gibi en küçük bir kıvılcımla içeriden yanmaya hazırdır. Zamanını bulup patlayıncaya kadar baskı altında kalır. Korkağın açık yürekle hareket etmeyip arkadan vurması, üstü örtülü hareketlerle saman altından su yürütmesi, kendi meydana çıkmadan onu buna katıp hadiseler çıkarması, hep bundandır. Şarkta, garpta tarih meydanına peçeli veya maskeli çıkan tahrikçiler, korkudan dolayı gizlenmişlerdir. Bu cins tipler, yere bakar, yürek yakar. İnsanlar fertçe ve cemiyetçe böylelerinden çekinmelidirler.

Korku nereden doğar?

Korku, hesaba sığdırılmamış dileklerden, kudretle nisbeti düşünülmemiş hırslardan doğar. Ha daha servet, ha daha büyük kudret, ha daha çılgın sefahet!... dedikçe henüz elde edilmiyene erişmenin sabırsızlığı veya elde edilmişlerin bir ânda kaybolması kaygısı, insanı, çıldırtan korkular içerisine atar. Ne servette, ne kudrette, ne sefahatte miktar mühim değildir. Bir liraya bir can, bir sandalyaya bir hayat, bir şehvet anını yaşamaya bütün bir şeref ve haysiyet feda edilirken bu küçük miktarlara bakıp hayret etmemeli. O bir lira, Karunun hazinelerinden daha kıymetlidir; o küçük memuriyet sandalyası, bir saltanat tahtıdır; o keyif mevzuu sümüklü mahlük, cennet hurilerini kıskandıracak bir husn-ü ândadır.

Korkunun bütün canlı varlıklarda toplanıp düğümlendiği nokta, şuur altına sinen ölmek ihtimalidir. Ölüm, istisnasız, her canlının korkup kaçtığı bir fikir, bir hayal, bir içgüdüdür. Bu da pek tabiidir. Çünkü hayat, ölümden kaçan kuvvetlerin devamıdır. Fakat akıl sahipleri için hakikat, hiç böyle olmamak lazım gelir. Şu fâni dünyada başımıza gelmesi muhakkak tek olay, ölümdür. Doğduğunu bilmeyen, hatırlamayan insanın bir gün öleceğinde şüphe var mıdır? O halde yüzde yüz olacak bir şeyden niçin korkmalı? Gel de bunu kendine anlat!.. O halde ölümü tabii almalı ve hayat boyunca ona kendimizi alıştırmalıyız. Oyunla, alayla, içkiyle, her türlü ihtirasların uyuşturucu tesiriyle onu şuurumuzdan silmeye kalkmak, muvakkat bir zaman için kendimizi aldatmaktan başka neye yarar?

Bir yürekte ki korku hakimdir, o, korku doğuran bağlarla sımsıkı bağlanmış demektir. Böyle bir insanda hürriyet olabilir mi? Bu hal, fertler için böyle olduğu gibi cemiyetler için de böyledir. 1908 de bizde «Hürriyet» ilan edilmişti. Muayyen günlerin halkı coşturan sevinci geçtikten sonra isyanlar, muharebeler, partiler, mücadeleler birbirini kovaladı ve gönüllerde hâkim his, korku oldu. O devrin iktidarına kapılanamamış vatandaşlar için ilan edilen şeyin hürriyet olmayıp sıkı yönetimli bir istibdad olduğu kanaati kafalara yerleşti. Korkutan rejimlerde hürriyet aramamalı. Bütün toptancı sistemler ve idareler, hürriyetsizdir. Hürriyet, korkutmaz, sevindirir; zorlamaz, inandırır. Onun için hürriyet, daima güzel bir kadın şeklinde temsil edilmiştir; eli bıçaklı, beli altıpatlarlı bir eşkiya suretinde değil…

Korkak hür olmadığı gibi hürriyete razı da olamaz. Kendine güvenemeyen fertler veya zümreler, daima korku ile etrafını kudretlerine bendetmeye ve bende etmeye mecbur olmuşlardır. En büyük müstebitler, en tehlikeli korkaklardır. Korkulu rüyaların endişesiyle uyanık kalmışlardır. Fakat çok kere korktukları başlarına gelir. Cesur olanlardır ki ancak hür olabilirler. Cesaretin fazilet oluşu bundandır. Efsanelerin ölümsüz kahramanları bile zamanla ölürler, fakat cesaretlerini hiçbir zaman kaybetmezler.

Cesaret, akıllının korkusuzluğudur; faziletlerin başında sayılır. Cüret, akılsızın atılganlığıdır; insanların tehlikeli kusurlarından biridir. Bu bakımdan hürriyet, akıllının bağımsızlığı olabilir. Hesapsız ve muvazenesizde hürriyet, ifrata kaçar. Siyasi rejimlerin sağ ve sol uçlarından hürriyetin barınmaması bundandır. Hürriyet isteyen fertler ve toplumlar, korkak olmamalı. Fakat hiçbir zaman muvazene bozucu bir cürete, aklın hesap ve temkin isteyen nizamını altüst edici çılgınlıklara kendini kaptırmamalıdır.  
 

Korku ve Hürriyet l Hasan Ali Yücel5 Temmuz 1951