Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam126
Toplam Ziyaret758515
Hanifi Yıldız

Fotograf
Köşektaş Köyü Facebook Sayfası

En belirgin özelliği, benzeyeni benzetilene, benzetileni benzeyene, neredeyse istisnasız, yakıştırmasıydı.

Bu özelliğini her zaman, her yerde kullanmaz, ancak yoğun istek olduğunda, kimseyi kırmazdı.

Hatılsız Dana”, “Kavurga Süpürgesi”, “Tandır Külbesi”, “Katran Sürahisi”, “Kara Evraaç”, “Fırtınada Kalmış Lalek”, "16 cm'lik Sünger Döşşek", "Dadâlı Deli Ahmet""Haşarı Eşşek Çulu", "Eli Değnekli Tilki", "Sarı Mavin Çiçeği", "Cöseveli"

yaptığı kimi benzetmelerdi, yaptığı benzetmelere kimse alınmazdı!

Bir başka özelliği de, bir kimsenin yüzüne karşı başka, gıyabında başka bir benzetme yapmasıydı.

Bilgi hazinesi genişti. Yaptığı çoğu benzetmelerde bir dağ, bir nehir, bir kuş ya da bir çiçek adı mutlaka bulunurdu. İri yarı yapılı bir kimseye, “Hasan Dağı’nın Kartalı”, Almanya’dan beklediği eşi için kırmızı renkli, sarı çiçekli bir giysi giymiş, sevinçten içi içine sığmayan, “Bana ne diyorsun, Hanifi Ağa?”, diye ısrarla soran bir kadına, hemen orada: “Zank Dağı’nın Nevruzu” benzetmesi yapmıştır!

(*) Hemen hemen her gördüğünde, “Beni kime, beni neye benzetiyorsun, Hanifi Ağa?, diye, günlerce ve ısrarla soran bir kadın için ise, uzun bir süre sessiz kalmıştır. Ta ki konu komşu, “Etme, gitme, Hanifi Ağa, şuna hoşnut olacağı bir benzetme yap da; sen de kurtul, o da kurtulsun, biz de kurtulalım!” diyene dek:

 “Sana ne diyeyim: “Topaklılı Mastisin!”

Topaklılı Masti: Topaklılı Hamdi Ağa’nın anasıdır. Masti, işiyle, gücüyle, pişirdiği leziz yemekleriyle, misafir ağırlama becerisiyle, çevre köy ve kasabalardaki tüm kadınların gıpta ettiği, imrendiği, özendiği, hatta, 1919 yılında yapılan “Sivas Kongresi” sonrasında, muhtemelen Hacıbektaş’a giderken, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve beraberindeki heyeti, oğlu Hamdi Ağa’nın Topaklı’daki konağında ağırlayan, onlara kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerden ikram eden, kadındır!

Topaklılı Hamdi Ağa: Geniş toprakları olan, işlerinde çok sayıda insan çalıştıran, konağında çok sayıda insan barındıran, yörede sevilen, sayılan, sözü dinlenen, misafirperver kimse.

(*) Nakleden: Necati Güneş

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

KÖŞEKTAŞ’TA DÖRT MEVSİM

 I - ÇOCUKTAN AL HABERİ 

 Dr. Salim ÇELEBİ


Bir başkadır benim köyüm:

Daha bir yeşildir çimeni, kırmızı renk, kırmızılığını kırlarındaki gelinciklerden alır; papatyalar, “işte sarı ve beyaz renk, bu.” dedirtir seyredene!

Sevgili Cengiz Şen’in büyük bir ustalıkla çektiği ve köşektaşımızın bilgi sunum sitesinde yayınlanan eşsiz resimleri zevkle ve hasretle izliyoruz.

Ya 50 yıl önceki köyümüz?

Bütün bir yıl su akardı Öz’den, kavak ve söğütlerin hemen altından: Bir iki yerde göllenirdi akan su ve yazları orada çimerdik arkadaşlarımızla, hem de her gün.

Çayırlıktı Özdeki dere, atlar örklenirdi ot ve çimenleri yayılsın diye.Yazları da romanlar gelir ve çadır kurarlardı.

“Cingan” denirdi bizim yörede Romanlara ve köyümüzün bakır kaplarını onlar kalaylardı: Çocukken merakla seyrederdik; körükle yakılan ateşin erittiği kalayla, bakır kapların ışıl ışıl beyaza boyanmasını.

Özgürlüklerine düşkün olduklarından mıdır nedir, hep ilgimi çekmiştir Romanlar! Leyleklerin yuvası vardı, Kör Çeşmenin hemen altında bulunan Osman Amcanın evinin önündeki söğütte. Öğle sıcağında gölgesinde otururdu yaşlılar.

Kör Çeşmenin her iki oluğundan da akardı su: Biri gürül gürül öteki biraz daha az. Haftlarında atlar sulanırdı ıslık çalınarak...

Tek oluğu vardı orta çeşmenin.

Ben, 7-8 yaşlarında iken bir ara sapsarı akmaya başlamıştı suyu. Babalarımız, su yolunu yukarı doğru kazdılar. Çeşmenin kaynağı, Hüseyin Amcaların (Bılhıların Hüseyin. Küçük Gelinin eşi) evinin önündeydi. Çevredeki “Basma”ların (Kışın yakılacak kermeleri yapmak için, büyükbaş hayvan dışkılarının biriktirildiği açık alan ) suyu kirlettiği tespit edildi ve gerekli önlemler alındı.

Bardaktan boşanırcasına yağardı yağmur ve Öz’den, sel nedeniyle zor geçilirdi karşıdan karşıya. Ben, Büyük Derenin taştığını bile gördüm gözlerimle! Ne akılsa, arkadaşlarımızla seyretmeye gitmiştik seli! Kontrolsüz ve delice akardı bulanık su.

Erozyonla taşınırdı toprak çok uzaklara, bilemediğimiz uzaklara.

Harap değildi o zamanlar karşıdaki ve Kızıltepedeki bağlar.

İki tane değirmeni vardı ve “hak” alırdı değirmenci: Öğüttüğü buğdayın kilesi başına un alırdı yani.

Bazen zor çalışırdı değirmen: Çapı 1-1,5 metre kadar olan bir daireye (Değirmenin bir parçası ) urgan sarılır ve 7-8 kişi urganın boşta kalan ucunu çekip döndürerek çalıştırmaya çabalarlardı.

Sığırları ve koyunları gütmesi için çoban tutulurdu. Onlar da güttükleri hayvan başına hak alırlardı. Ayrıca, çobanların giyeceği kürk ve keçe alımı da köye aitti.

Sabah, güneş doğmadan götürülürdü sığır yayılacağı yerlere ve akşam dönerdi köye. Dönen sığırı mezarlığın yanında karşılar, eşeklere biner ve yarış yapardık aynı yaştaki arkadaşlarımızla.

Koyun sürüleri öğleyin gelirdi evlerimize, koyunların başlarını tutardı çocuklar; analarımız rahatça sütünü sağsın diye.

Tek tük keçi de vardı bazı evlerde. Bizim hiç olmadı. Daha belirgin olduğundan mıdır nedir, hayret ederdik süt dolu memelerini nasıl taşıdığına!

Çoban tutulmaz, kuzuları çocuklar güderdi; kuzuya benziyor olmalarından olsa gerek. Sabah erken götürülürdü yaylıma kuzular. Bohçalara yiyecek koyardı analarımız ve sararlardı belimize: Bel, en zayıf yeridir bedenin! Eğer soğuksa yiyecekler, elde taşınırdı çıkın.

Harman Yerinde, Derin Derede veya dağın eteklerinde otlatırdık kuzuları.

Doğa; çiğdem, çalık, papatya ve gelinciklerle kaplıydı; dostumuzdu doğa ve kardeş gibiydik güttüğümüz kuzularla.

Bir keresinde, Fedai (Çelebi) ile kuzuları Derin Dereye götürmüştük. Bizim için, o yaşlarda dimdik olarak algılanırdı derenin her iki yamacı.

Kuzular yayılıyor, biz de yukarıdan aşağıya doğru kayıyorduk derenin yamacından. Aşağıya kadar ilk kez kayıp da tekrar kaymak için yukarıya doğru çıkarken gözlerimize inanamadık! Tekrar denedik, doğruydu gördüklerimiz. Derenin karşı yamacına geçtik ve aynı şekilde kaydık yukarıdan aşağıya doğru ve orda da aynı şeyleri gördük: Derenin her iki yamacı da göbelek (Mantar) kaynıyordu.

Biz kayarken, toprak da hafifçe kaydığı için; üzerleri açılmıştı dere yamacındaki göbeleklerin!

Zehirli değildi göbelekler: Şapkasının altındaki renkten tanırdık, siyah değildi rengi. Önce çevremizdekilere sonra da köye haber saldık.

Akşam, o kadar lezzetliydi ki analarımızın pişirdiği göbelekli bulgur pilavının tadı!




0 Yorum - Yorum Yaz
Zahit ile Rint

Dinler, modern öncesi çağların eğitim-öğretim çevresi ve okullarıdır. İnsanların gönül dünyasına düzen vererek topluma da düzen vermiş olurlar.

Zahit; “hayatı” değil de öncelikle ve özellikle “öbür dünyayı” anlamaya çalışan, hep “oraya” doğru yol hazırlıklarıyla meşgul bir “kul”dur. Her şeye, her olaya din açısından bakar ve “dine uygun” veya “dine uygun değil” diye sınıflandırmalarla “fetvalar” vermek zorunda hisseder kendini. Şekilci ve kitabidir.

Zahit, bu dünyaya değer vermez, ahreti düşünerek, cenneti hak etmek için yaşar. Aklında hep sorularla gezer, hayatın her alanını kurallara bağlardı. Bu kurallara sadece kendisi uysa neyse… Herkesi de bu kurallara uymaya zorlar veya uymayanı kınardı; kendi aklına ya da tercihine göre yaşayanı “günahkâr” ilan ederdi.

Rint ise dini inanç taşımakla birlikte hayatındaki “bütün saatleri” şekilci dini kurallara göre ayarlamaktan kaçınan, hayatı sevinçleri ve hüzünleriyle bir bütün olarak gören kişidir. Gönül zenginliğine, hoşgörüye ve aşka değer verir. Asla dayatmacı değildir.

Din insanları, genellikle herkesin kendileri kadar dini bilgiyle donanmış olmasını, öğrenmeye heves etmesini, yüklenmesini bekler. Oysa demircinin, askerin, marangozun, nalbantın, balıkçının, çobanın, çiftçinin bir işi vardır; “zahit” gibi olamazlar. Hem “dünyaya gelmişken dünya nimetlerinden yararlanmak”, yaşamak, insanın hakkı olmalıdır. Diğer yandan düşünür ki israf haramdır. Allah, bunca nimeti ve güzelliği neden yaratmış ola ki?

Şair, hayatın gelip geçici olduğunu belirterek, zahidin şaraba saygı göstermesini bekliyor. İnsan olmanın farklı bir şey olduğunu hatırlatıyor.

Bir görüşe göre Hz. Hamza çok şarap içermiş. İçince de dağıtır ve sevimsiz olurmuş. Hz. Muhammet onu bu halde görünce, şarabın ona haram olduğunu söylemiş. Bu yaklaşım kalıcılaşmış ve giderek tüm Müslümanlara yasak olduğu ileri sürülür olmuş;

Ehline helaldir, na ehle haram, 
Biz içeriz bize yoktur vebali...


Bu dizelerde geçmişteki bu olaya bir gönderme, bir “telmih” var görünüyor. Biz dağıtmadan içeriz, bu yüzden bize bir ağırlığı, bir günahı yoktur… Şarap, içmesini bilmeyene haramdır. Ehil olmayan ondan uzak dursun.

Şarap, tasavvuf ehlinin dilinde “Tanrı aşkı” demektir. Tekke ise, aşk şarabıyla kendinden geçilen yer anlamında “meyhane”dir. Sevap almak için içeriz ve senin buna aklın ermez, bu başka bir hesaptır.. Biz meyhanede bu anlayışa ve bir ruh yüceliğine eriştik.

Tasavvufi düşünce ve inanç sisteminde “Tanrıda yok olmak” ve “Tanrıda yeniden var olmak” (Fenafillah-Bekabillah) amaçlanır. Bunun için bolca “şarap” (Tanrı aşkı) içilmelidir. Biz bu aşkla kandil geceleri kandile, kandilin içindeki fitile dönüşürüz. Tanrı aşkıyla öylesine kendimizden geçeriz ki bu ruh yüceliğiyle Tanrının varlığına ve birliğine delil oluruz; ama sen göremezsin, anlayamazsın bu hali… Şekle takılıp kalacağını ve bu sırlara eremeyeceğini düşünüyor.

Şeriat erbabı için bu kabul edilmez, anlaşılmaz bir haldir. Böyle bir şeye inanmaz. Tanrıya ancak öbür dünyada ve cennette ereceğini düşünür. Oysa rindane anlayışa göre cennet de cehennem de burada ve insanın gönlündedir. Ey Harabi, sen boşuna söylersin; ama daha fazla söze de gerek yoktur. Bilmeyen nasıl anlasın “gerçek” haramı, “gerçek” helali? Ve bir aşk içinde erimeyi?

Hüseyin Geyikçi