Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam158
Toplam Ziyaret738644
Norman Rockwell

Bir spor olayı, bir tartışma, zorlu bir çalışma, bir çeşit gevezelik, Norman Rockwell'in işlemiş  olduğu, resimlerine yansıtmış olduğu kimi konular, ancak uyum yıllarında ABD'li polis memurlarının himayesinde okula giden bir kız çocuğunu konu edinen “Hepimizin Yaşadığı Sorun” adlı çalışması, belki de en dikkate değer olanı.

Üretken ve yetenekli bir illüstratör olan Norman Rockwell, 20. yüzyılın ortalarında Amerika'nın en popüler sanatçısıymış ve haftalık The Saturday Evening Post dergisi için üç yüzün üzerinde kapak resmi çizmiş. 

Tarzı abartılı bir gerçekçilik olan Rockwell’in resimleri, gerçek gibi görünen insanlar, sadece bir miktar karikatür içeriyor. Rockwell zamanla, Saturday Evening Post'un okuyucu kitlesinin ilgisini çeken hikayeler ve karakterler konusunda uzmanlaşmış: Beyaz, Orta Sınıf Amerika, Yaramaz Çocuklar, Vızıltılar ve At Kuyruklular, Yakışıklı Kocalar ve Pembe Yanaklı Eşler, Nazik ve Kibar Büyükler, Sevimli Köpekler ve daha niceleri,  kimi zaman belirli bir anın hemen öncesinde, kimi zaman da  hemen sonrasında yakalanmışlar Rockwell’in fırçasına.

Bir spor olayı, bir tartışma, zorlu bir çalışma, bir çeşit gevezelik, işlemiş  olduğu, resimlerine yansıtmış olduğu kimi konular, ancak uyum yıllarında ABD'li polis memurlarının himayesinde okula giden bir kız çocuğunu konu edinen “Hepimizin Yaşadığı Sorun” adlı çalışması, belki de en dikkate değer olanı.

Resime konu olan Ruby Bridges, 1954 yılında doğmuş; aynı yıl yüksek mahkeme, aldığı bir kararla, o yıllarda okullarda yapılan ayrımcılığın anayasaya aykırı olduğunu ilan etmiş. Ancak, Ruby Bridges anaokuluna başladığı yıllarda, birçok okul yüksek mahkemenin aldığı karara uymamış. Ruby'nin ebeveynleri, New Orleans'taki okullarda yapılan ayrımcılığa karşı çıkmışlar, fakat bunun bedelini çok ağır ödemişler: Babası işini kaybetmiş, çiftçilikle uğraşan büyükannesi ile büyükbabası topraklarından ayrılmak zorunda kalmış. 

Evli ve dört çocuk annesi olan bayan Bridges Hall, New Orleans'ta, demokratik değerleri; hoşgörüyü, saygıyı ve tüm farklılıkların uyum içinde yaşamalarını teşvik etmek amacıyla, “Ruby Bridges Vakfı”nı kurmuş. Barack Obama, okullarda ayrımcılığa karşı başlatılan mücadelenin 50. yıldönümünde, Norman Rockwell Müzesi’ni Ruby Bridges Hall ile birlikte gezmiş ve o tablonun önüne geldiklerinde: "Eğer siz olmasaydınız, ben bugün başkanlık koltuğunda oturmayabilirdim!” demiş.

Ruby'nin okula yürüyüşü, Amerika’daki iç savaşa kadar uzanan bir tarihin parçası olmuş. Abraham Lincoln'ün özgürlük bildirgesine ve ABD anayasasında köleliği kaldıran bir değişikliğin kabul edilmesine rağmen, Afrika kökenli Amerikalılar hiçbir zaman tam anlamıyla özgür olamamışlar. 1800'lerin sonlarına gelindiğinde ise, güney eyaletlerde yürürlükte olan "Jim Crow Yasaları", siyah tenlilerin kütüphaneler, okullar, toplu taşıma araçları ve yüzme havuzları gibi herkese açık sosyal tesisleri beyaz tenlilerle paylaşmalarını engellemiş..

Bilgi: Bu sütuna aktarılan bilgiler, "The Saturday Evening Post" adlı haftalık bir derginin Internet sayfasından edinilmişlerdir! 

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Köyümden Manzaralar


Musa Kâzım Yalım • Örentarla'dan Köşektaş'a Hayali Bakış • 1950'li Yıllar

 Nereden bakılırsa bakılsın, doğanın Köşektaş’a çok cömert davranmış olduğu  
görülür. Tasavvuf inancına göre Tanrı’nın bir yansıması olan doğanın insanı 
en etkileyici anlarından olan güneşin doğuşu da, batışı da benzersiz bir 
güzelliktedir orada. Aynı şekilde ayın doğuşu. Güneş’in Kaçkaç’ın 
başından doğuşuna, Çataldağ'dan batışına; dolunayın Kıyın
Ardı'ndan büyüyerek yükselişine, herkes mutlaka
tanıklık etmeli! 

KÖYÜMDEN MANZARALAR


Her göze görünmeyen ortak bahçemize böylesi çok koklanan bir karanfil sunmuş olmasından dolayı Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni
Tuncel Ölgün’e çok teşekkür ederiz!
kosektas.net

TUNCEL ÖLGÜN

Eski bir deyim vardır: “Napoli`yi gör ve öl.” diye. Napoli o kadar güzeldir ki, ancak onu gördükten sonra farkedebilirsin yaşamın gerçek varlığını, anlamına. Biz ise: Bulunduğunuz zaman ve mekan farkına aldırmadan, olduğunuz yerde gözlerinizi kapayın ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Tuncel Ölgün`ün "Köyümden Manzaralar" adlı yazıda çizmiş olduğu ovalı andıran dairenin etrafında,  kısa ve yavaş adımlarla, kısa bir tur atın ve öyle yaşayın demek isterdik: 

Köşektaş ve çevresi; gündüzün büyüleyici güzelliği, gecenin huzur verici sessizliği. Göllüpınarın Dere ve altından akan temiz su. Mayıs ortası ile Haziran ortasını oluşturan zaman diliminde, Göllüpınar ve çevresini sarmalayan iğdelerin etrafa saldıkları o keskin ve aklı baştan alan koku: Koca Yol, Karşı Mahalle, Elmalık, Körçeşme, Ortaçeşme ve Köşektaş Kayası...

Eğer siz, böylesi bir dünyada benim de yaşanmış anı ve hatıralarım var diyorsanız, onları, kendi anadilinizin yazı boyutlarına bağlı kalarak, hayatını deve yetiştirerek ve taşımacılık yaparak sürdüren bir tüccarın bir serüvenini, insani bir açıdan, bir efsaneye dönüştürerek de renklendirebilirsiniz, sizinle her gün aynı rüyaları paylaşan insanları mest edecek nakaratlar haykırarak da. Tercih sizin. Siz, hangisi daha kolayınıza geliyorsa onu yapın.

kosektas.net,
Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası 


Köyümden Manzaralar l Tuncel Ölgün l 2007 l Turgutlu

İşte yine düşler yolculuğundayım. Ne zaman köyümden biriyle konuşsam, ne zaman Köşektaş lafı geçse böyle oluyor. İçimden bir şeyler kopuyor ve o kopan şeyler “kayıp cenneti” bulma umuduyla alıp başını gidiyor. Konuşmalarım, davranışlarım, soluduğum hava, içtiğim su, sevincim, kederim birden Köşektaşlı oluyor.

Geriye kalan ben, ben değil artık. Özü gitmiş bir yabancı!

Kayıp cennete bir akşamüstü varıyorum.

Bildiklik veren eski bir arkadaş gibi karşımda Uçkuyu. Selam veriyorum Kızıltepe’ye, Örentarla’ya, Ahmetli’ye…

Ta Göllüpınar’a geliyor ebemin pişirdiği döndermenin kokusu. Belki de Sülüman emmilerde ekmeğin üstüne dökülmüş mercimekli pilav belki de Tevriz bacılarda eyalı nohut, Sohununoğulları’nda kabak cacığı veya Perdik bibimlerde çığırtma… Kimden gelirse gelsin sadeyağlı bir yemek burcu burcu kokuyor. Canı ne çekerse onun kokusunu duyuyor o an giden yanım.

Döndermeyi kocaman bir dürüm yapıp sırkıta sırkıta yeme hayaliyle eve giriyorum. Huzur verici derin bir sessizlik... Bir tarafta devramer çubukları yığılı. Diğer tarafta, ahırın kapısına yakın bir yerde geçgere ters çevrilmiş yatıyor. Kinitlerin bu kadar devasa olduğunu ahır kapısına baktığımda fark ediyorum. Duvara sokulu imbal, keci, gıyık, mıh… Zamanın neresindeyim? Gerçeklerle, hayal edip gördüklerim arasındaki uçurum ne kadar büyük!

Dürümü elime aldığım gibi doğru dışarıya. Bir cebimde gavurga diğerinde birkaç çir… Kapı önünde araba damı, yıkıldı yıkılacak… 

Çetenler geçiyor yoldan. Sap saman birbirine karışmış. Bir katır zorlanıyor arabayı çekerken. Çift koşumlu bir araba ve bu zavallının bir yoldaşı olsaydı işi kolaylaşırdı diye düşünüyorum.

Gencali emmiyle Selvi bacı kara katırla sarı katırı ıslık çala çala suluyor. İkisinin de yorgunlukları gözlerinden belli. Yaz günü durmak yok kimseye. Mercimek yol, ekin biç, sap saman çek, samanlığa yos, tınas at, düven sür, harman yerine sülahayla su taşı… Patozculara yemek götür. Çıkılarda topalaklı mı var yoksa gumpür cacığı mı bilinmez. Yanında kömbe olunca fark etmez zaten.

Akşam kızıllığında sığır geliyor… İnekler, önde köy boğasıyla köye dönüyorlar. Bizim inek nerede? Niye gelmedi? Aramalar, bakınmalar köşe bucak, dağ bayır, Elmalık, Suvalgın, Kıraç… Faydasız! Sanki yer yarıldı içine girdi. Hemen dedem ipini alıyor eline. Kurdun ağzını bağlayacak. Duayla üç düğüm atılıyor ipe. Artık bir şeycik olmaz ineğe! Neyse inek bulunuyor sağ salim. Kurt aç mı kalacak. Çözmek lazım ağzını. Yoksa yazık olur hayvana!

Hava giderek daha da kararıyor. Sesler bir bir çekiliyor sokaklardan. Şimdi duyulan sadece kemirçi kumürçü oynayanların bağrışmaları ve it ürmeleri. Bir köşede birkaç aşşık ilişiyor gözüme. “Çocuklar unutmuş olacak.” diyorum kendi kendime.

Cebimdeki gavurgalar bitmek üzere. Yedikçe yiyesim geliyor ala kararmış buğdayları. Çetene mi bu kadar tatlı yapıyor bu mereti!

Nereye gitmeli, ne yapmalı, kimi görüp hasret gidermeli bu vakit?

İşte, bu değil mi zaten bizi yerden yere vuran?  Neden yapacak bir şey yok? Neden eskisi gibi sokulamıyoruz sevdiklerimize? Neden hayallerimizle bulduklarımız örtüşmüyor. Biraz önce biz değil miydik hayallerinin peşinde koşan, biz değil miydik kokusuna, yoluna, suyuna, toprağına kurban olan? İşte tam karşında duruyor istediğin şey!

Yine de içimizde yerini yurdunu aylarca hatta yıllarca görmemiş bir gurbet kuşunun ürkek arayışı, her şeyi bir an önce görüp bir an önce özlem gidermenin aceleciliği var. Talazlı günlerde rüzgârın önünde savrulan keven dikeni gibi ne yapmak istediğimiz, nereye gittiğimiz belli değil.  Zaman ve mekân değiştirmede üstümüze yok.

Akşamlar zifiri karanlık ve ayaz. Kimi evlerde “Kimin eli üstte” oynanıyor “Adananın bayırına, cingan girmiş çayırına, anan baban hayırına, birer dumbuz vuralım mı?” sesleri arasında.  Zıllıyor altta kalan. Kimi evlerde ise yaz günü olsa da tatlığın altına oturulmuş metel atılıyor. Tepeligöz masalları anlatılıyor. Çocuklar dipsiz kuyulara atılıyor. O saatten sonra ne tandırlığa gidebilirsin ne evliğe ne de helâya! Acaba başka yerde korkunun bu kadar zevk verenini var mıdır?

Elma kokulu odada yatarken mağdaki cerekleri sayıyorum. Duvarda asılı çıra en küçük ıramada sönecekmiş gibi yorgun bir ışık saçıyor. Amansız yorgunluk hayalleri bile uyutuyor.

Gün aydınlanıyor. Ben, ala uykulu, günlerin neden bu kadar erken başladığını anlamlandırmaya çalışıyorum. Ama bir taraftan da ilk defa bu kadar dinlenmiş olarak uyandığımı fark ediyorum.

Dedem sülahayı heybeye yerleştiriyor. Kullepe zincirle bağlı eşek yerinde durmuyor, depiği attı atacak. Su calpalanıyor. “Dede, yeter çalıştığın! Artık kocadın!” diyorum. “Sen de beni cilis kocattın. Kızıltepe’de üç beş horum mercimek kaldı, ben pürüşüklük edersem onları kim getirecek?” diyerek katılmıyor fikrime. Bu kadar enerjiyi nereden bulduğuna şaşıp kalıyorum.

Tandır çoktan yakılmış. Ebem, bir elinde kössa, çıdırgı atıyor ateşe. “Çömlekte apahla var. Tandıra vuracam bisaal. Ahşama horantaca yerik.” derken bir taraftan da terekteki sızgıt kabını gösteriyor bana: “Hindi sana sızgıtlı bi dürüm yaparım, yersin.”  

Ne kuru fasulye ne dürüm.  Doyasıya “eskiye özlem” yiyeceğim!

Ebem, durmadan; dalım, yaarnım, böğrüm, her yerim ağrıyor diye söyleniyor. “Elleham yorgunluktan.” diyor kendi kendine. Ama elindeki helkeyle su taşımaktan da geri durmuyor.

Bir tarafta culuk bir tarafta gurk, cücükleriyle havluda dolaşıyor. Bir kedi çıkıyor düğürcük çuvalının ardından. Cıngıllıdaki çalkamacı yokluyor. Yeni gunnamış, memekleri sarkıyor. “Bıldır üç eniği vardı gâvurun.  Bayahtan saydım, bu sene dört dene! Şirahnenin dibinde yatıyorlar!”  diyor ebem. Kedileri sevmediği belli!

“Dabızalık etme sen de dedenle git tarlaya.” diyor gözeri duvara asarken. “Burada dışlığın gelmez!” “Bu kadar eringeç, olunur mu gadasını aldığım!”

Kulbeye arkam dönük tandırın başına dızıkmış oturuyorum.  Duvara asılı çömçe ve yerdeki evraaç unutulan dostlar gibi karşıma çıkıyor. Yağlı gilik, yumurtalı veya kuru pendirli işliçörek yediğimiz zamanlara gidiyorum hayıflanarak.

Sırtım gicişiyor. “Sen de aldın samandan nasibini.” diyorum kendi kendime geçen zamanı düşünürken.

Yine gidip gelmeler. Neredeyim, köyümde mi? Hangi senede, hangi duyguları yaşıyorum?

Bu yaz gününde sıcaklar içinde kâbuslara mı boyun eğmeliyim yoksa püfür püfür esen köyümün sararmış hatıralarını mi kovalamalıyım?

Tabii ki hatıralar!

Yeniden Göllüpınar başındayım. Gölün içinde bir at arabası, tahtaları şişsin diye bırakılmış. Koca koca kazanlarda hedik kaynatılıyor. Elma koparıp gelmişim kazanların yanına. Bir taraftan avuç avuç hedik yerken bir taraftan elmamı közlüyorum. Yukarıda gözü bağlanmış bir eşek seteni döndürürken biraz önce sahibinin seartleye seartleye getirdiği başka bir eşek küllükte ağnıyor sırasını beklerken.

Bir tarafta kabukları kolayca soyulan sıcak elmanın mis kokusu diğer tarafta dere kenarındaki iğdelerin kokusu. Dereyi hotluyarak geçiyorum. Bir zamanlar tutmaktan zevk aldığımız gurbalar gömüklerin üstünde bana bakıyor.

Derenin içinde iki çocuk... Alttan geçen temiz suyun başında ağlaşıyorlar. Birinin burnu kanıyor diğerinin şıkkırı çıkmış ayağından. Oraya nasıl indiler, yoksa inmediler de düştüler mi bilinmez! Köyün gençleri çıkarıyorlar oradan yaramazları!

Karşı’ya yöneliyorum. Uzaklık hissi veren geniş tarlalar içindeki evler yeşil bahçeleriyle adeta çölde vaha görünümündeler. Ekiz Emmi’nin heliği bol tarla duvarı kuşların mekânı olmuş. Her delikten başka bir kuş cücüğü sesi geliyor. Telekleri savrulmuş susanın üstüne. Karşısı ebemlerin evi. Kapıda duran mavi BMC camiye toprak, kevek taşımaktan yorgun yatıyor. Bahçeden binbir türlü ses geliyor. Kırımlının uşağı toplanmış, kimi mengeneyle bir şeyler sıkıyor, kimi kuyunun kapağını kaldırıyor, kimi havuzda çimiyor, kimi de ceviz dalının dibinde havuzdan çıkardığı göldereni gurtluyor. Kalabalıklar içinde ebem yine telaşlı. Kırmızı sitillerken garıklara “Kele uşahlar ızık dölek durun! Gayrı gafam gotürmüyo.” diyerek son vermeye çalışıyor torunların gürültüsüne.

Sevim yengem dış odada Almanya’dan getirdiği kıyafetleri dağıtıyor büyük küçük herkese. Uzaktan, duvardaki takvimli Alaman saati dikkatimi çekiyor. Saat 12.30. Ama tarihi bu mesafeden öğrenmek mümkün değil!

Düven sürenlerin, tınas atanların sesi geliyor belli belirsiz. Cami yapımı için açılmış çukur, kevek taşlarıyla çevrili. Ustalar ellerinde çekiç ve keskilerle taş yontuyorlar.

Recai ile Gökdal, Halepçi’lere doğru gubuz atıyor. Ortaokulun duvarını tamir ediyor Müresel ağabey. Bu sırada Ebedamı’nın arkasından geçen bir koyun sürüsü ortalığı tozu dumana katıyor. Hıhakları dökülüyor sağa sola. İtlerin yavuzluğundan ve boyunlarındaki tokadan sürünün Niyazi ağabeye ait olduğunu anlıyorum.  Elma ağacından yapılmış, hafif karartılmış değneğini ustaca kutelemesine hayret ediyorum. Bir ara duraklayıp Cemil Ağa ile konuşuyor. Niyazi ağabeyin anki duruşu bir kaymakam karşısında duruşundan farksız!

Türkü mü duyuyorum, yoksa bir uğultu mu? Hayır, doğru duymuşum. Altan, neredeyse eşeğin arka ayakları üzerine oturmuş türkü çağıra çağıra köye gidiyor. Hasan emmimin Mustafa “Nereye gidiyon Altan?” diyor. Altan, o an türkü söylemeyi bırakıp konuşuyor gözlerini kıyıştırarak: “Halim’den kirpit alacam, beni avara etmeyin!”

Uzaklarda Elmalık… Adeta “Köşektaş Ormanı.” Ne ararsan var: Elma, armut, zerdali, ceviz hatta fındık. Gitmeye erinmezsen İrebec’in pa’sını bile görebilirsin. Hatta Ertan’la, Hayatı’yla, Elmalık’a piknik yapmaya giden Emrullah emmiyi bile…

İlginç bir adamdır Emrullah emmi. O sizi çoğunlukla göremese bile siz onu her an görebilirsiniz! Çayına beyaz taş atıp karıştırttıklarında, şekere, çaya hatta şeker fabrikalarına ettiği küfürü; piknikte kendisine ikram edilen, ilk önce beğenmeyip kutelediği daha sonra yanındakilerin aynı kemiği ısıtıp getirdiklerinde “Ha işte et didiğin böyle olacak! Südünü bilmem ne ettiklerin bayahtan bana guru gemik getirmişler!” deyişini bile duyabilirsiniz.

Solda, enine cızı çekilmiş bahçeler görünüyor. Duvar diplerinde kerme kayılı evlerin önünden geçiyorum. Yere düşmüş çörteni tamir etmeye çalışan Aşşık Emmi’yi söyletiyor birkaç kişi. “Emmi, sana Halil emmilerin oradan biri ‘Aşşık! Aşşık!’diye bağırmış öyle mi?” Aşşık emmi cevap veriyor kendisini Aşık diye bağırıp kızdırmaya çalışan Bilal dayımı kast ederek: “Evet, o taraftan adı bizim oğlanın adına benzer birinin ürdüğünü duydum!” 

Çocuklar yerdeki dambaşı tuvallağının üstüne oturmuş lastik sapan çatalı yapıyorlar. Yoraklar çoktan hazırlanmış. Püs toplamışlar ağaçlardan, ne yapacaklarsa! “Ne vuruyorsunuz?” diyorum, güvezi mintanlı cevap veriyor: “Alasahça, delice, sığırcık ne olursa… Etleri de yenmez ya…Norelim!”

Gözü kapalı eşeğini zapt etmeye çalışan Gani emmi iki tekerli arabasıyla yanımdan hızla geçiyor. O sırada harman yerinde çatlamış ellleriyle, patateslerden gözlük yapmaya çalışan Maser emmi sesleniyor “ Gani emmi! Sen o eşşa anca İsmail Sivri’nde durdurun!”

Küçükken evler daha mı büyüktü, pencereleri daha mı genişti! Sivri, Sığıryolu, Suvalgın, Acerbağ bu kadar yakın mıydı? Yoksa hiç istemediğim halde ben mi büyümüştüm! Evet, istemiyordum büyümeyi. Büyümek köyü terk etmekti bir anlamda. Gülhas’ın çeşmesinde hafta tummaktan, kıraçta gelaan tutmaktan vaz geçmekti. Büyümek, alıç toplayamamak, kusküçle çiğdem kazamamaktı.  Ne olmuştu büyüyenler? Geride çaresiz, sahipsiz bırakmak zorunda kalmışlardı eski köy okulunu, süt damını. Köşektaş taşına, yavrusuna hasretlerini sadece fotoğraflardan gidermeye mahkûm olmuşlardı. Bu muydu büyümek? Büyümek, neden hep Köşektaş’ı terk edip gitmek ile aynı tutuluyordu!

Düşüncelerimden, duyduğum gegirme sesiyle sıyrılıyorum. Gegirme değil sanki gök gürültüsü!  Sesin, duvarının dibine, duldaya oturmuş Kiraz ebeden geldiği besbelli.

İlerlemeye devam ediyorum. Sol tarafta mezerlik belli belirsiz. Kimi sağa yatmış taşların kimi sola.   Yaklaştıkça daha da büyüyorlar.  Gıyışık kapıdan içeri giriyorum. Ölümün kaçınılmaz son olduğu geliyor aklıma. Bir bir aramızdan ayrılanlar… Köşektaş’ı Köşektaş yapanlar… Deli Memmet’ler, Aliağa’lar, Kel Koca’lar, Mükür’ler, Kelik Derviş’ler, Milli Musa’lar… Ölecekler diye düşünülmüş müydü hiç. Belki ölüm yakışıksız bir kavramdı onların isimleri yanında. Ama ne yazık ki ölüm Köşektaşlı’yı da affetmiyor!

Bir an önce uzaklaşmalıyım ölümden. Zamanı değiştirmeliyim. Başka zaman, başka yer bulmalıyım.

Hürüç bir elinden Köksal, diğer elinden ikizler tutmuş postahaneden geliyor.  İkizler mayıl mayıl bakarken sağa sola paylaşamıyorlar analarının elini.  Adnan memilisini devre giymiş, diğerinin elinde sormuk şekeri... Kız daha cingiş! Köksal: ”Babam Almanya’dan mektup gonderecadi! Ona bahtıydık.” diyor umutsuz bir şekilde.

Dereyi mezerliğin yanındaki köprüden bu sefer tersine geçip tekrar köye yöneliyorum. Boğa damının yanında, saçı sakalı birbirine karışmış, yaz gününde palto giymiş biri yatıyor. Bir elinde yakılmamış bir sigara diğerinde ekmek parçacıkları. Yaklaşınca Sarılar’lı Üzeyir olduğunu anlıyorum. Biraz korku biraz merakla yaklaşıyorum yanına. Hiçbir hareket yok, uyumaya devam ediyor. Ne yer, ne içer, neden bu haldedir bilinmez.

Körçeşme’nin başında kadınlar… Kimi sifirli kazanları yıkıyor, kimi tokaçla yünleri. Bir çocuk ağlaması geliyor uzaklardan. Tıngırın içindeki afacan, anası suyu döktükçe feryadı basıyor. Ana değil sanki analık! Bir taraftan da cimcikliyor oğlanı: “Sus! Bünelek dutmuş mal gibisin! Gırmaşma!”

Camiden bir ilan duyuluyor belli belirsiz: “Allahını seven moturunu alıp gelsin. Kartalkayası’nda tarlalar yanıyor! Allahını seven gelsin..!”

Dearmeni kapatıp, konşuya anası Anşılık’ı aramaya giden Burhan ağabey hemen yorumunu yapıyor: “Bir çıngı yeter yüz evlek yere goçum!”

Bir kalabalık yaklaşıyor yanıma. Kimi dümbelek çalıyor, kimi kartala gidiyor. Rengârenk astaplar içinde ev ev dolaşıp ohuntu dağıtıyorlar. “Cuma’ya bayrak kahıyor, buyurun gelin.” diyerek şahbazca uzaklaşıyorlar yanımdan. Onlardan geriye sadece, elime tutuşturdukları şeker, fıstık, püsküyüt ve lokum kalıyor.

Hani kevrek lohum yerdik ya, o anlar karşımda şimdi. Bir kevrek bir lohum, üstüne bir kevrek bir lohum daha… İşte apartman sana.  Zaten ne isterdik ki başka. Guççücük şeyler yeterdi ağzımızı tatlandırmaya. Biraz yaz helvası, olmadı haside, tumutma… Yok yok incir yağlaması…

Çelik oynayanların “Saaağ!” diye bağrışmalarını duyuyorum. Kızlar cimcicik oynuyor çevrelerine kayıtsız. Yirik dudaklı bir çeltek adeta Öküzarhacı’nın bütün tozunu yutmuş halde yanımdan geçiyor. Bir taraftan işmar ederken kızlara bir taraftan da köpekleri kişkiriyor sağa sola. Eşref emmi bağırıyor çelteğe gözlerini petleterek “Oğlum dölek dur.” diye.

Orta çeşmenin başında sarı Ford kamyonu yıkıyor Oğuz ağabey. Aşağıdan davlaşma seslerine benzer sesler duyuyorum. Yaklaştıkça bu seslerin bir düğünden geldiğini anlıyorum. Herkes bir güzel donanmış. Önüklü kadınlar yardım ediyorlar pişen yemeğe. Kemal Usta rakı molasında. Donatılan deve de yorulmuş olacak ki başı bir yerde gövdesi bir yerde dinleniyor. Gövdeden boğuk bir ses yükseliyor: “Bu merdiveni nerden buldunuz! Izıh daha durursam bunun altında çot galacam valla!” Gülüşmeler harekete geçiriyor abdalları. Başlıyorlar çalmaya. Ağırlama, allılar, üçayak birbirini kovalıyor. Ama en çok duyulan “Köprüden geçti gelin” ezgisi. Aralarda hep bir ağızdan: “Köprüden geçti gelin / Saç bağını açtı gelin / Ben senden geçtim amma /  Sen benden geçme gelin.” dizeleri söyleniyor.

“Anasından kelleli!”, “Bibisinden gıremse!”, “Emmisinden iki metre zincir!” Gel de geç, geçebilirsen!

Öz tarafından gelen zibil yüklü at arabası ortalığı kokuya boğuyor. Pek de yadırgı değilim aslında bu kokulara. Ne de olsa tezek yakmışlığımız, kerme gaymışlığımız da var bir süre.  Töllüce bir ev ilişiyor gözüme. Sekide iki kadın seklem çuvalların üstüne oturmuş uğrun uğrun konuşuyorlar. Şibidikli olan komşusunun sümdüklüğünü anlatıyor yağlığını düzeltirken. Diğeri arada bir “Le mi!”, “Zaar ki” diyerek komşusuna yaranmak için alaşalanıyor.

Küççük Gelin ebem kapının önünde oturuyor. Gözlüğü don lastiği ile arkadan bağlanmış.  Hacımmet emmim, Mahmut emmim ve Halil dedem ziyarete gelmişler. Ebem eline guyruhluyu alıp içeriye yöneliyor. O yaşta uşahlarının karnını doyurmayı aklından geçiriyor zaar.  Hacımmet emmim ”Ana zahmet etme. Zabanan Dudu ekmek kevretti, onu yedik ağamlarınan.” diyor. Mahmut emmimin aç olmadığı, birinci üstüne birinci tellendirmesinden belli. Bir taraftan Orhan dayıma dalını üfeletirken bir taraftan da burnuna çektiği enfiyeyi cebine koymaya çalışan dedem “Kuzum neaziyon burda? Kolen olurum senin.” diyor bana.

Yukarıdan sallana sallana gelen Sıtkı’yı fark ediyorum. Karşılaştığı Keviş’in Omar’a pambıklı soruyor. Keviş’in Omar bir taraftan mavzerini düzeltirken bir taraftan da cevap veriyor: “Nayın Sıtkı! Nayın!”

Maaşını alıp alamadığı, maaşına zam gelip gelmediği konusunda Selim emminin kendisine sorduğu soruya verdiği cevabı hatırlıyorum gülümseyerek. “Alim eme marh deal boh deal. Assam ne olu, almasam ne olu!”

Bir de Bilal dayıma gönderdiği hayali mektupta yazdıkları geliyor aklıma “Kolum gırıh. Odun gıramıyom, Durumum durum deal ibim çocuk! Biraz marh gönde!”

Memmet Emmi’nin dükkânına varıyorum. Ben içeri girince Pempe bacı ekmek sulamaya gidiyor. Torunu Güner küçük yaşına rağmen tezgâhta. Karşısına, mahata oturuyorum. ”Nahas geldin köye?” diyor. Dedesinin Hacıbekteş’ten yeni getirttiği ve daha önceden yarısını yedikleri bostandan gınısayla keserek bir dilim uzatıyor bana “Icık yi la, İdris emmiye ısmarış ettiydik, bayahtan getirdi. Batmanı beş liraymış. Bek keleş dadı var.” diyerek.

“Sen de ye.” diyorum. “Ben kunde yiyorum, bu yaz bıktım zepzeden, meyvadan.” diyor.

Biraz konuştuktan sonra dışarı çıkıyorum. Niyetim Köşektaş Taşı’nı görmek. Aşağı doğru yürüyünce duvarların arasından kocaman bir kaya kütlesi çıkıyor karşıma. Sanki oraya ait değilmiş gibi… Aklıma anamın Köşektaş Taşı ile ilgili: “Çocuğu olmayan kadınlar bu taş etrafında dolaştırılırdı ve geceleri buradan ağlayan bebek seslerinin geldiği söylenirdi.” demesi geliyor.

Yavrusu anasından daha küçük bir taş kütlesi. Anasından, yuvarlanarak uzaklaştırılmış! Sanki bu ayrılıktan dolayı, üzerine taşla vurunca “çin!, çin!” diyerek acısını dile getiriyor.

Salif emmi, dışarıdaki araba okunun üstünde zıplayan çocuklara çıkışıyor. Aşağıya doğru yürümeye devam ediyorum. Necati eşeğin üstünde, Yener arkasında koyunları götürüyorlar yazıya. Sülüman’ın Memmet duvardan çıkıntı şeklinde bırakılmış taşın üzerine gardaşı Yasin’le oturmuş. Mahallenin gençleri, Hanifi, Ekrem, Özer, Sohu duvarı bıçakla kazıyarak bir şeyler yazıyorlar. Bu sırada Patanah Öner de “Oğlum elini ağzından çek, yeni tohluları elledin!” diyerek Yasin’le lalanıyor.

Ebem söylene söylene Gussün bacının yanına gidiyor. “Anam bacım kimse yumuş dutmuyo! İki cendermeye ızıh şu çuvalın ucundan dutun dedim. Naadar dabızalarımış. Deze biz gorevliyik diyip gittiler.”

Hamdi ağabey yaklaşıyor yanıma. İnce, nazik bir sesle “Sen arkadaşım Anşa’nın oğlu musun? Baban, anan nasıl?” diyor. Cevabımı beklemeden Salif emminin azarladığı ve aşağı doğru kaçışan çocukları göstererek: “Yüz dene koyunu bi deynekle güderim ama şunlar gibi iki bebeyi güdemem valla! Bunların demşekliği yıldırır insanı” diyor.

Çocukların bağrışmaları uyarıyor bilincimizi.

Yine uyanış… Gerçek zamanın olumsuzluklarıyla baş başa kalış... Ne tam olarak girebiliyoruz arzuladığımız zaman dilimine ne de tam dışına çıkabiliyoruz. Ne tam Köşektaşlı kalabiliyoruz ne de tam uzaklaşabiliyoruz.

Rüyalarımızda olduğu gibi gidip gelmiyoruz ama yine de o köy bizim köyümüz. O köy, nerede olursak olalım hayallerimizin değişmez mekanı…

Yeni geri dönüşlerin avuntusuyla kabulleniyorum şimdiki zamanı…

Umarım başka bir zamanda yine doyasıya Köşektaşlı olabilirim.


Kimi sözcükler Köşektaş'ta telefuz edildikleri şekilde yazılmıştır!

Köyümden Manzaralar l Tuncel Ölgün l 2007 l Turgutlu

Kitap Tanıtım Köşesi

Anna Karenina, Lev Tolstoy tarafından yazılmış, Rus Habercisi'nin 1873-1877 yılları arasındaki döneminde, bölümler hâlinde basılmış roman. 125 farklı yazarın belirlediği bir listede zamanımıza kadar yazılmış en iyi roman olarak görülmüştür.

Eser, 1870'li yılların Rusya'sında, toplumun üst sınıfına mensup kimseler arasında yaşanan birbirinden bağımsız iki aşk macerasını anlatır.
Olaylar Moskova'da, Sankt-Peterburg'da ve asilzadelerin yazlık malikanelerinde geçer. Romanda dürüst bir evliliğin mutluluğu ile yasak bir ilişkinin düş kırıklıkları karşılaştırılır; sadakat, tutku, kıskançlık gibi temalar işlenir; bir yandan da o dönemde Rusya’da kadınların durumu, eğitim reformu gibi konular dile getirilir.

Romanın baş karakteri Anna Karenina, Rus aristokrasisine mensup şık ve güzel bir kadındır. Yüksek bir devlet memuru olan Aleksey Aleksandroviç Karenin ile evli ve bir çocuk sahibi olan Anna Karenina'nın sevgisiz ve monoton bir evlilik hayatı vardır.

Anna Karenina, bir gün eşini aldattığı ortaya çıkan ağabeyi Prens Stepan Arkadyaviç'in (Stiva) Moskova'daki evine, karı-kocayı barıştırmak üzere gider ve orada Vronski adlı bir genç kont ile tanışır. Vronski, Stiva'nın eşi Darya Aleksandrovna (Doli)'nın kızkardeşi Prenses Yekaterina Aleksandrovna Şçerbatski (Kiti)'ye kur yapan bir gençtir. Kiti, kendisine evlenme teklif eden Konstantin Dmitriyeviç Levin adlı bir başka genci, Vronski nedeniyle reddetmiştir. Levin ve Vronski arasında kararsız kalan Kiti, sade bir çiftçi olan Levin yerine parlak geleceği olan Vronski ile evlenmesini uygun bulan annesinin etkisiyle Levin'in teklifini geri çevirmiştir. Levin, köyüne dönüp Kiti'yi unutmaya çalışır. Ne var ki, Vronski, Anna ile tanıştıktan sonra Kiti'ye ilgisini kaybeder, Anna'ya kur yapmaya başlar. Vronski'nin ilgisini kaybetmesi ve ona karşı karşılıksız sevgi uğruna değer verdiği Levin'i yitirmesi, Kiti'nin üzüntüden hastalanmasına sebep olur. Ailesiyle birlikte gittiği bir Alman kaplıcasında sağlığına kavuşur ve Vronski'ye olan duygularını unutur.

Anna kendisi ile birlikte Moskova'dan Petersburg'a dönen ve aşkını ilan eden Vronski'ye kayıtsız kalamaz. Dedikodulara aldırmadan genç kont ile aşk yaşar ve bu ilişkisinden hamile kalır. Petersburg'da katıldığı bir engelli at yarışından hemen önce bu haberi alan Vronski yarışta atının tökezlemesi sonucu feci biçimde düşer. Yarışı kocasının uzaktan gözlemi altında izlemekte olan Anna, sevdiği adamın öldüğünü düşünür ve yarışmadan sonra heyecanla kocasına Vronski ile yaşadığı aşkı itiraf eder. Karenin, bu itirafa rağmen itibarının sarsılmaması için boşanmayı reddeder ve Anna'dan bu ilişkiye son vermesini ister. Fakat Anna her şeye rağmen ilişkisine devam edince boşanma kararı alan Karenin, karısının çocuk doğurduğu ve ölmek üzere olduğu haberi üzerine onunla barışır; hem onu hem Vronski'yi affeder. Vronski, utancından kendisini öldürme düşüncesine kapılır ve silahla kendisini yaralar. Bir süre sonra Anna da, Vronski de iyileşecek, Anna kocasından ayrılıp bu evlilikten olma oğlunu ona bırakmaya; Vronski'den olma kızını yanına almaya; Vronski ise ordudan ayrılmaya karar verir. İki sevgili İtalya'ya kaçıp bir süre gözlerden uzakta yaşar.

Bu arada Doli, çocukları ile birlikte Levin'in köyüne yakın bir köyde yazı geçirmeye gider. Burada verdiği uğraşların ardından, Levin'in Kiti ile evlilik umudu artar. Moskova'da bir davet sırasında Kiti'ye yeniden evlenme teklif eden Levin sonunda mutluluğuna kavuşur. Çift evlenir, mutlu bir evlilikleri ve bir çocukları olur.

Oğlunun özlemi ile Avrupa'dan dönen Anna ise Rusya'da toplumdan dışlanır; gittikçe huysuz, kıskanç bir kadına dönüşür ve Vronski ile arası bozulur. Gittikçe içe-dönük bir kişi olan Vronski'nin artık kendisini sevmediği düşüncesiyle bunalıma giren Anna, yaptıklarından büyük bir pişmanlık duyar ve intihar eder. Anna'nın ölümünden sonra ruhsal çöküntü yaşayan Vronski ise çareyi orduya gönüllü yazılmakta bulur.

Vikipedi, Özgür Ansiklopedi

Anna Karenina, Tolstoy

ISBN: 9789750517457