Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi6
Bugün Toplam76
Toplam Ziyaret754759
Korku ve Ahlak

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır?
Anıl Talat Eryontuk

Tarih boyunca bir arada yaşayan insanları toplum haline getiren, aralarındaki yazılı olmayan kurallar, bağlar, ilkeler, dil becerileri ve duyarlılıklardır!

Bu bağlamda insan ilişkileri ilk sırada gelir.

Bu ilişkileri derleyen, yönlendiren, usul ve düzen getiren ana konu ise ahlaktır.

Ahlak üzerine sayısız yazılar yazılmış, makaleler yayınlanmıştır.

Lakin Mustafa Kemal’in ahlak üzerine söylediği "Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de lâyık değildir!" sözü tüm yayınların üzerindedir benim için.

Ahlak, insan ilişkilerinde “iyi” ya da “doğru” yahut “kötü” ya da “yanlış” olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade etse de özünü bir türlü kavrayamadığımız bir sırdır aslında…

Bu sırrı çözmek ise vicdanımızı hassas teraziden geçirmekle mümkün.

Peki ülke olarak son yirmi yıldır bu teraziyi nasıl kullandık?

Hiç kendimize bu soruyu sorduk mu?

Yani biz kişi,  kurum ve makamlardan yahut inancımız gereği uhrevi hayattan çekindiğimiz için mi doğruyu görmemize rağmen sustuk ya da görmek istemedik.

Yoksa, ahlaklı değil, korkak olduğumuz için mi?

Tüm mesele bunun altında yatıyor aslında.

Mesela hükûmeti devletle özdeşleştirerek hükûmet politikalarına getirilen tüm eleştirileri devlete yapılmış gibi bir algı oluşturanlara, eleştiri sahiplerini devlet karşıtı bir yere konumlandıranlara ve vatan hainliğiyle eş değer bir zeminde değerlendirenlere yıllarca göz yumduk.

O zaman bizler korkak mıydık yoksa ahlaklı mı?

Yahut uzun yıllardır iktidarda kalmak uğruna demokratik bir yaklaşımı benimsiyor gibi yapanlara, daha sonra rövanşist bir üslup benimseyip, bunu din ve milliyet gibi kavramlarla süsleyerek halkını biz ve öteki olarak ayrıştıranlara, kutuplaşmanın zeminini legalleştirenlere neden sustuk acaba?

Bu acımasızlığa karşı sustuysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke sınırları içinde farklı, ülke sınırları dışında farklı şizofrenik politika izleyen bir cenahın sürekli vurguladığı tehdit algısının aslında gerçek olmadığını bile bile buna inanmak istedik.

Neydik biz o vakit korkak mı yoksa ahlaklı mı?

Hukukun üstünlüğü kavramı ülkemiz siyasetinde iktidarın üstünlüğü olarak algılanırken, birçok dava siyasal olarak görülüp, vicdanlarda derin bir yara bırakırken, insanlar suçsuz yere hapiste çürürken hiç sesimizi çıkarmadıysak söyleyin lütfen korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülkemiz anayasasında var olan, güçler ayrılığı ilkesiyle tescillenen yasama, yürütme ve yargı erkleri iç içe girmiş ve birbirini denetlemekten uzaklaşmış ise ve devlet işleyişi bizzat sorun üreten bir kurum haline gelmişse biz halen mantıken izahı olmayan bir sav olan ”tüm suçlu muhalefet” dediğimizde korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

İktidar yargıyı, kendisinden olmayanları sindirmek ve cezalandırmak için kullanırken, muhalefeti iktidarın denetleyicisi değil de düşmanı olarak isimlendirirken buna göz yumduysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke ciddi bir ekonomik kriz içinde, halk konut ve yol inşaatı gibi döviz getirmeyen ve rant olgusu yüksek olan projeler ile kandırılırken, uluslararası sermaye maalesef ülkemizden kaçmış, enflasyon artmış, cari açık ise giderek büyümüşken ülkeyi bu hale getirenler yerine muhalefeti hedef alıyorsak korkak mı oluyoruz yoksa ahlaklı mı?

Tüm bu yaşadıklarımız şunu gösteriyor ki son yirmi yılda faydalı bir iş yaptığımızda bizi sevindiren; kötü bir şey yaptığımızda da bizi üzen, bizi iyiye, doğruya ve güzele sevk eden, kötülüklerden alıkoyan iç sesimizi kaybetmişiz.

Yapılan kötülükleri görmezden gelerek adeta bizi insan yapan, yanlış yapmaktan koruyan bekçimizi göz ardı etmişiz.

Ve şimdi bunun bedelini de misliyle halk olarak ödemekteyiz.

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır? l Anıl Talat Eryontuk l 7 Şubat 2023

Şiirlerle Şenlendik - 37. Bölüm

ŞİİRLERLE ŞENLENDİK - 37. BÖLÜM

"Şiirlerle Şenlendik" adlı yazı dizimizin 37. bölümünü
siz ziyaretçilerimize sunmanın kıvancını yaşıyoruz!
kosektas.net

Şair Dr. Salim ÇELEBİ

27 Kasım 2015, Cuma

Şiirlerle Şenlendik, 37 - Anadolu -II

1960'lı yıllara değin, genellikle; az, çorak ve yetersiz toprakta, sadece aileye yetecek kadar tarım yapıldığı için, kapalı bir toplum yapısı vardı Anadolu halkının. Günümüzde bile hâlâ dağ köylerinde aynı yapı devam etmektedir.

İhtiyaçlar, mübadele ile (değiş-tokuş) gideriliyordu: Üretilenle, üretilemeyenin değiştirilmesi. ( Çocukluğumda, 3 yumurta ile 250 gram helva; bir urup buğdayla, 1 kilo bisküvi; 250 gram yünle, 1 kilo zeytin alıyorduk...)

Nüfusun ezici çoğunluğu köylerde yaşıyordu, jandarma ve mültezim, korkulu rüyasıydı halkın. Ekonominin motor gücü zorunlu olarak devletti; sermaye belirli ellerde birikmemişti henüz; burjuva sınıfı gelişememişti. Temel üretim aracı "toprak" olduğu için; üretim ilişkisi de feodal düzeyde idi: Ağa-maraba ilişkisi.

Günümüzde, 12 Milyon işçi var ülkemizde. Bunların, sadece 1 Milyonu sendikalı. Niye? Niye sendikalı işçi sayısı bu kadar düşük? Burjuvazinin oluşamadığı bir ülkede, işçilerin yeterince örgütlenmesi beklenebilir mi? Sadece, sermayesi nedeniyle üretim araçlarına sahip bireyler burjuva sayılabilir mi?

Aradan 50 yıl geçmiş de olsa, köylerden büyük kentlere göçmüş de olsak, üretim biçimimiz değişmiş de olsa; sosyal ilişkilerimiz yeterince değişmedi henüz. İşte bu yüzden, evleneceğimiz kişiyi büyüklerimiz belirliyor; işte bu yüzden, apartmandaki dairemizde tavuk beslemeye çalışıyoruz...

Yazdıkları şiirlerde, Âşık Veysel'in sadık yâri ile Nâzımın anası aynı noktada; temel üretim aracında buluşur: Toprak. Her birimizin son adresi.

YALNAYAK

Kafamızda güneş

                     ateş

                         bir sarık.

Arık toprak

        çıplak ayaklarımıza çarık.

İhtiyar katırından

        daha ölü bir köylü

                            yanımızda,

yanımızda değil

                    yanan

                       kanımızda.

Omuz yamçısız

bilek kamçısız

atsız, arabasız

                jandarmasız,

ayı ini köyler

          balçık kasabalar

                          kel dağlar aştık,

İşte biz o diyarı böyle dolaştık!

Hasta öküzlerin

             yaşlı gözlerinde

dinledik taşlı tarlaların sesini.

Gördük ki vermiyor

             toprak altın başaklı nefesini

                     kara

                        sapanlara!

Rüyada gezer gibi gezmedik

                             Hayır,

bir çöplükten bir çöplüğe ulaştık.

İşte biz bu diyarı böyle dolaştık.

Biz

biliriz

     o memleket

                neye hasret çeker.

Bu hasret

       bir materyalist kafası kadar

                                              çizgileşmiştir,

bu hasrette

     madde var

                   madde!

 

Basık

     suratı asık

                evler

köstebek yolu sokakların üstünde

                        vermiş kafa kafaya.

Cin gözlü

     güvercin sözlü

               abani sarıklılar

dükkânlara bağdaşmış

Yarık

     tabanı çarıklılar

                  önlerinde.

Yarma

     bir jandarma

tarlada zina eden

                    bir çifti sürür.

Kahvede

     piri mugan dede

                sulanırken çırağa

"Lâhavle ve lâ" çekip derin derin

                               bu geçenlerin

                                   suratına tükürür.

İşte şu

ekşimiş uyku kokan çömlek gibi şehrin

kara sevdası değil öyle romantik,

                onun

                  ruhunun

                            iki kıvrak kelimelik

                                         hasreti var:

                                                 BUHAR

                                               ELEKTRİK!

 

Kör değilseniz eğer

                     görürsünüz ki

şu toprak yüzlü rençper

Kafkastan arta kalan

                   kalbur göğüslü oğlu

kel başlarında mültezimin

                               tırnakları oyulu,

                     kızıyla

                        karısıyla

                                  kağnısıyla

son karış toprağına sarılmak,

ölse de burda onlarla ölmek

                        burda

                             onlarla

                                  gömülmek

                                         istiyor.

 

Dağların tarlaların özlediği,

arzulu bir kadın gibi şehvetle gözlediği,

her tırnağında 1000 manda kuvveti

                                       demirleşen

         ve su çalkalar gibi toprağı eşen

                           ruhu buhar

                                makinalar!

 

Ey cam karınları

              sarı

                nargileler gibi horuldayan,

ey üç atlı yaylısının içinden

                               sağır

                                  burunsuz

                                          kör

                                            köylülere

Pierre Loti ahı çekip geçen

ağzı gemli

              eli

              kalemli

                   efendiler!

Tatlı maval dinlemekten gayrı usandık.

Artık

hepinizin kafasına

               şu

               daaaaaank

                               desin:

Köylünün toprağa hasreti var,

                         toprağın hasreti

                                       makinalar!

Ahlak Nedir?

AHLAK NEDİR?
Doç. Dr. Şafak Nakajima

İçimizde doğuştan var olan bir sezgi mi, zamanla öğrenilen dini ya da seküler kurallar/yasalar bütünü mü, yoksa toplumun bize yüklediği beklentiler mi?

Çoğumuz yaşamlarımızda olabildiğince “doğru olanı” yapmaya çalışırız. Ama bu doğrular kime göre ve neye göre şekillenir? Bazen yasaya uyan birinin aslında adaletsiz davrandığını hissederiz. Bazen de bir kuralı çiğneyen biri, içimizde vicdani bir karşılık bulur ve yaptığını onaylarız. Çünkü vicdanla yasa her zaman örtüşmez.

Bu noktada “etik” kavramıyla da karşılaşırız. Ahlak, bireyin iç dünyasından beslenen ve çoğu zaman aile, kültür, inanç gibi etkenlerle şekillenen bir değerler sistemidir. Etik ise daha çok sistemli ve evrensel ilkelere dayanan kurallardır. Bu ikisi her zaman örtüşmeyebilir. Yani bir davranış etik açıdan doğru olabilir ama bireyin içsel ahlaki pusulasına uymayabilir ya da tam tersi. Ancak ikisi de insanın karar alma sürecinde yol gösterici olabilir.

Lawrence Kohlberg, ahlaki gelişim kuramıyla tanınan bir bilim insanıdır. Ahlaki kararlarımızı verirken belirli aşamalardan geçtiğimizi savunur. Bu aşamalar, deneyimle, sorgulamayla ve seçimle şekillenir. Her birimiz bu yolculukta farklı bir yerde dururuz. Kimi zaman ahlaki gelişimin erken bir aşamasında takılıp kalabiliriz (bu bilgiyi lütfen aklınızda tutun; çünkü yazının sonunda kendinize soracağınız sorularda işinize yarayabilir).

Konu daha iyi anlaşılabilsin diye örneklerle ilerleyelim:

Bora altı yaşındayken annesiyle gittiği markette gözü bir çikolataya takılır. Annesinin almayacağını bildiği için tam elini uzatıp gizlice alacakken annesinin bakışıyla durur. Onun için çikolatayı çalmak değil, yakalanmak kötüdür. Davranışını belirleyen şey ceza korkusudur.

Zamanla Bora başkalarına yardım etmeyi öğrenir ama yaptığı iyiliğin karşılığını bekler. Sınıf arkadaşına ödev verir çünkü okul çıkışı onun yeni bisikletini denemek ister. Doğru davranış, onun için ne kadar işe yaradığına bağlıdır.

Ergenliğe yaklaştığında Bora için başkalarının gözündeki imajı daha önemli hale gelir. Annesine nazik davranır çünkü onun gözünde “iyi çocuk” olmak ister. Öğretmenlerinin takdirini kazanmak, arkadaşları tarafından sevilmek onun için değerlidir. Kahramanca davranışlar sergileyerek arkadaşlarının gözünde saygınlık kazanmayı hedefler. Ahlaki kararları, başkalarının onayına göre şekillenir.

Bora yetişkin olduğunda toplumun kurallarına daha sıkı bağlanır. Trafikte kimse yokken bile kırmızı ışıkta bekler. Çünkü kuralların, düzenin temeli olduğuna inanır. Yasa artık bir zorunluluk değil, toplumsal yapının dayanağı olur. Bu noktada etik ilkelerle bireysel ahlak arasında yakın bir bağ kurulabilir. Bora için artık sadece “cezadan kaçınmak” değil, toplumsal yararı düşünmek de önemlidir.

Ancak hayat her zaman kurallara göre işlemez. Bora doktor olur. Kliniğinde ölümcül bir hastalığı olan ve yaşam destek ünitesine bağlı yaşlı bir hasta vardır. Hasta konuşamamakta ama ailesi, hastanın daha önce “bu halde yaşamak istemediğini” defalarca dile getirdiğini söyler. Aile, yaşam destek ünitesinden ayrılmasını ve artık acı çekmemesini ister.
Tıbbi etik kurallar, hastanın yazılı onayı olmadan yaşam destek ünitesinin kapatılmasına izin vermez. Mesleki etik, hekimi bu müdahaleden alıkoyar. Ancak ailenin verdiği bilgiler ona inandırıcı gelir. Vicdanı, bu sürecin sonlandırılmasının daha insanca olacağını fısıldar. Bora için artık belirleyici olan sadece yasa ya da meslek ilkeleri değil; merhamet, insan ve hasta hakları gibi evrensel değerlerdir.

Bazı insanlar ahlaken daha da derin bir vicdani noktaya ulaşır. Bora çalıştığı özel hastanede ilaç alımlarında usulsüzlük olduğunu fark eder. Durumu öğrenen çoğu kişi sessiz kalmayı seçer. Kimisi “karışma, başını belaya sokarsın” der. O ise yönetimin tepkisinden, meslektaşlarının dışlamasından ve kariyerinin zarar görmesinden korkmadan harekete geçer. Kurum içi şikâyet mekanizmalarını kullanır, kamuoyunu bilgilendirir. Bu karar ne yasal bir zorunluluktan ne de kişisel kazanç beklentisinden kaynaklanır. İçinden gelen güçlü bir sorumluluk duygusu yön verir ona. Vicdan artık dışarıdan dayatılan bir kontrol değil, içeriden yükselen bir rehber olur. Bora işini kaybeder ama içi rahattır.

Hemen hemen tüm dünyada, insanların ahlaki gelişim sürecinde din önemli rolü oynar. Bora’nın ailesi de dindardır. Küçük yaşta ona çikolata çalmanın günah olduğu öğretilir. Başlangıçta ahlak, Tanrı’nın hoşnut olup olmamasına bağlanır. Bu, davranışı şekillendirir ama henüz içsel sorgulama başlamamıştır. Zamanla birey dini içselleştirirse, ahlaki gelişimle inanç arasında güçlü bir bağ kurabilir. Merhamet, sabır, adalet gibi değerler yalnızca inanç sisteminin değil, insan olmanın da temel taşları haline gelir.
Ancak bir başka gerçek daha vardır. Tarihte sayısız örneği olduğu gibi, dinin adı kullanılarak en büyük vicdansızlıklar da işlenebilir. İnsanlar baskı altına alınabilir, susturulabilir, dışlanabilir, hatta öldürülebilir. Din, sorgulanmadan yaşanırsa vicdanı beslemez, bastırır. Bu da ahlaki düşünceyi saptırabilir, hatta yok edebilir.

Ahlak, gördüğünüz gibi, ödül ve cezayla başlayan, insan bilinçlendikçe vicdani değerlere ulaşan bir yolculuktur.

Peki bizler, gerçekten benimsediğimiz değerlere mi inanıyoruz, yoksa bize ezberletilenleri mi tekrarlıyoruz? Ahlaki kararlarımızı verirken hangi sesi dinliyoruz? Korkularımızı mı, alışkanlıklarımızı mı, yoksa evrensel değerleri savunan vicdanımızı mı?

Bazen gözümüzün önünde bir haksızlık yaşanır. Bazen biri bize güvenerek sessizce yardım ister. Bazen kalabalıklar susarken bir ses olmamız beklenir. O anlarda biz ne yapıyoruz? Sessiz mi kalıyoruz, yoksa iç sesimize mi kulak veriyoruz?

Doç. Dr. Şafak Nakajima