Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam77
Toplam Ziyaret758294
Hanifi Yıldız

Fotograf
Köşektaş Köyü Facebook Sayfası

En belirgin özelliği, benzeyeni benzetilene, benzetileni benzeyene, neredeyse istisnasız, yakıştırmasıydı.

Bu özelliğini her zaman, her yerde kullanmaz, ancak yoğun istek olduğunda, kimseyi kırmazdı.

Hatılsız Dana”, “Kavurga Süpürgesi”, “Tandır Külbesi”, “Katran Sürahisi”, “Kara Evraaç”, “Fırtınada Kalmış Lalek”, "16 cm'lik Sünger Döşşek", "Dadâlı Deli Ahmet""Haşarı Eşşek Çulu", "Eli Değnekli Tilki", "Sarı Mavin Çiçeği", "Cöseveli"

yaptığı kimi benzetmelerdi, yaptığı benzetmelere kimse alınmazdı!

Bir başka özelliği de, bir kimsenin yüzüne karşı başka, gıyabında başka bir benzetme yapmasıydı.

Bilgi hazinesi genişti. Yaptığı çoğu benzetmelerde bir dağ, bir nehir, bir kuş ya da bir çiçek adı mutlaka bulunurdu. İri yarı yapılı bir kimseye, “Hasan Dağı’nın Kartalı”, Almanya’dan beklediği eşi için kırmızı renkli, sarı çiçekli bir giysi giymiş, sevinçten içi içine sığmayan, “Bana ne diyorsun, Hanifi Ağa?”, diye ısrarla soran bir kadına, hemen orada: “Zank Dağı’nın Nevruzu” benzetmesi yapmıştır!

(*) Hemen hemen her gördüğünde, “Beni kime, beni neye benzetiyorsun, Hanifi Ağa?, diye, günlerce ve ısrarla soran bir kadın için ise, uzun bir süre sessiz kalmıştır. Ta ki konu komşu, “Etme, gitme, Hanifi Ağa, şuna hoşnut olacağı bir benzetme yap da; sen de kurtul, o da kurtulsun, biz de kurtulalım!” diyene dek:

 “Sana ne diyeyim: “Topaklılı Mastisin!”

Topaklılı Masti: Topaklılı Hamdi Ağa’nın anasıdır. Masti, işiyle, gücüyle, pişirdiği leziz yemekleriyle, misafir ağırlama becerisiyle, çevre köy ve kasabalardaki tüm kadınların gıpta ettiği, imrendiği, özendiği, hatta, 1919 yılında yapılan “Sivas Kongresi” sonrasında, muhtemelen Hacıbektaş’a giderken, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve beraberindeki heyeti, oğlu Hamdi Ağa’nın Topaklı’daki konağında ağırlayan, onlara kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerden ikram eden, kadındır!

Topaklılı Hamdi Ağa: Geniş toprakları olan, işlerinde çok sayıda insan çalıştıran, konağında çok sayıda insan barındıran, yörede sevilen, sayılan, sözü dinlenen, misafirperver kimse.

(*) Nakleden: Necati Güneş

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Köşektaş Hikayeleri

 

KÖŞEKTAŞ HİKAYELERİ

 Bizim "John Steinbeck"imiz; Bizim "Victor Hugo"muz, Bizim "Oscar Wild"ımız
Celalettin Ölgün, Köşektaş’ta altına bakmadık taş bırakmamış, Köşektaş ve insanına ait ne varsa, yazıya yansıtarak, günışığına çıkarmıştır! Celalettin Ölgün, halen Manisa’nın Turgutlu ilçesinde yaşamakta ve gönüllü olarak; öğretici, tanıtıcı,  sosyal ve kültürel etkinlikler düzenleyen Turgutlu Kamp ve İzcilik Derneği’nin başkanlığını yürütmektedir. Mükür ve Hikayeleri adlı bu güzel çalışması için kendisine çok teşekkür ediyor, yürüttüğü faaliyetlerde başarılar diliyoruz! kosektas.net
CELALETTİN ÖLGÜN

14 Mart 2014, Cuma

Asıl adı, Mükremin idi ama insanlar bu kadar teltik, uzun adı söyleyemediklerinden, Mükür adıyla anarlardı. Gerçek adını belki kendi bile  unutmuştu. Soğan yemez, evinde bulundurmaz, yiyenin yanında bile durmaz, derlerdi. En çok da soğanlı şakalarla karşılaşırdı. Eli uzdu, bozulan kapı “Firek”lerini, anahtarlarını ilkel bir biçimde onarırdı. Turhan yayarken yağın olmaması üzerine: “Ya ayranı olduracağım ya da basa basa dolduracağım!” dediği bugün bile anlatılmaktadır. Derler ki; en büyük arzusu, Kayseri’yi bir kez olsun görmekti, ama göremeden öldü.

Mükür'ün anlattığı olaylar aslında biraz abartılıdır. Abartmasının nedeni de anlatımı güçlendirmek içindir.

Köyümüzde Mükür ile ilgili çok öykü anlatılır, tesel getirilir. İşte bunlardan bazıları.

BİLEK - Konak, yukarı mahallenin ortak köy odasıydı. Uzun kış geceleri nasıl geçecek? Bazen eskilerden, geçmişten anlatılarak...

O gece, Mükür, Cebiç lakaplı ustanın, ustalığını övüyormuş, “Bir gün Bali tepesinde oturuyordum. Cebiç Mustafa, Körçeşme’nin oralarda bir ev yaptırıyordu. Çekicin taştan sıyırttığı kıymak kulağımın yanından vınlayarak geçmişti." diye anlatınca; oda cemaatinden Hüsnü (Uçar) de, “Dayı, sakın o taş Sarılar’dan gelmiş olmasın?” diye alaya almaya çalışınca, “Sus ulan işte, adamda bilek vardı, bilek!” diye azarlamış.

DUVARIN DENGESİ - Bir defasında kışın yağmur suyu inmesi sonucunda yıkılan bir duvarı incelerken el kadar bir “helik taşını” gösterip; “İşte, bu helik kaydığından duvarın dengesi bozulup çökmüş.” diyerek duvarın yıkılma nedenini çözmüştü.  

TİLKİ - Mükür, uzun yıllar bağ bekçiliği yapmıştı. Kendine ait bir “Paa”sı kaynağını kendisinin bulduğu bir de pınarı vardı.

Bağ bekçiliği yaptığı zamanlarda, kendi anlatmasına göre, nasıl yapmışsa, sağ bir tilki yakalayıp, bağırta bağırta yüzüp, postunu çıkarmış, o durumda bırakmış. Çırıl çıplak olmuş o tilki, yuvada bekleyen yavrularını “copur copur” emzirmiş.

Kimilerinin aktardığına göre; yüzülmüş tilki, bırakıldıktan sonra, pınardan lıkır lıkır su içmiş.

         

      

TER - Mükür’ ün diz ağrılarıyla başı derttedir. Sarılar’daki bacısını görmeye gittiği bir zaman; onu sıcak kuma gömmüşler. “Bacım, kum o kadar  sıcak, o kadar sıcaktı ki, benden bir ter boşandı, bir ter boşandı, kumun içinden ark yaptı da akıp gitti.

Abartılmazsa olmaz!

SAL - Mükür’ün eli uzdu, ancak ağırdı. Komşusu Bali, ekinleri biçmiş sap çekecek. Sal kurmayı bilmiyor, beceremiyor. Dengeli, düzgün sal kurmak herkesin işi değil. Salı kurması için Mükür’den rica etmiş. Belki de ücret karşılığı ya da karşılığında bir iş yapacak. Salı kurmaya başlamış ama eli ağır, işi sağlamcı olduğundan iş çok yavaş yürüyormuş. Bali’nin, “Şunu şuraya bağla, bunu şuraya vidalayalım, şu ağaç şuranın,” diye işe karışması üzerine; “Defol, şurdan, madem yapmayı biliyordun beni niye çağırdın?”

TÜFEK - Mükür’le Bılkı'nın Halil bağ bekçisidir. Kendi tüfekleri ile Büngülgöz’de hem yarış olsun hem de akşama pişirilecek et çıkması amacıyla sığırcık sürüsüne ateş etmişler. Mükür’ün atışı boşa gitmiş. O yıllarda ondan genç ve bekçilikte daha  deneyimsiz olan Halil’in bir atışta dokuz kuş birden vurması da Mükür’ün zoruna gitmiş.

Akşam üstü yemek hazırlığı için kuşlar temizlenirken Halil yerde yatan tüfeğe basıp geçmiş.  Bu durumu gören Mükür, kıldığı namazı  bozup kalkarak:

“Sen ne yapıyon? Tüfeğin üstüne basılıp geçilirse kırk gün av vurmaz!” diyerek   Halil’in ensesine tokatı yapıştırmış. Bu hikaye Mehmet Akdemir’den derlenmiştir.

Teltik: Söylenmesi anımsanması zor, az bilinen ad.
Mükür: Mükremin Taşkıran ölümü: 1981.
Firek: Kapı kilidi, Firenk (Fransız) Kiliti.
Cebiç: Samcak Ali Ağa, Abdülgani Yılmaz’ ın babaları.
Balitepesi: Köyün doğusunda, köye iki km’ ye yakın uzaklıkta bir tepe. 

  
411 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Köşektaş Hikayeleri

Köşektaş'ta altına bakmadık
taş bırakmadık!

Celalettin Ölgün

Yazıya yansıtılan hikayelerin eğlendirici niteliği yanında bir de bilgilendirici gücü olduğu herkesçe bilinen, tartışma kaldırmaz bir gerçektir. Aracı da, amacı da Köşektaş ve Köşektaşlılar olan Celalettin Ölgün hikayeleri, gerek yazım biçimiyle, gerek anlatım tarzıyla, gözlerimizi kendi öz benliğimize çevirmemizi, kendi kendimizle buluşmamızı sağlayan en kısa yoldur!

kosektas.net

Eski yıllarda davullu, zurnalı, köçekli, ince sazlı düğün yapmak herkesin altından kalkacağı iş değildi. Böyle düğünleri ancak varlıklılar yaparlardı. Elinde avucunda olmayanlar ise, kimisinin “cin düğünü”, kiminin de “ennecin” dediği, yalnız “tef” çalınıp, kadın ve kızların kendi aralarında oynadıkları, erkeklerin geriden seyrettikleri, düğünler yapardı.

Almancıların markları göndermeye başladığı yıllara değin Köşektaşlı hep böylesi düğünler yaptı. Varlıklı kişinin oğlunun düğünü de cin düğünüyle olacak değil ya. Onların düğünü, o yılların en gösterişli düğünü oldu. Boyunlarına kora denilen ziller, koşumlarına göz değmesin diye iri iri mavi boncuklar dikili atlar koşulmuş arabalarla, Köşektaş kütüğüne kayıtlı olmasına karşın Hacıbektaş’ta ikamet eden Davulcu Ferzi, Zurnacı Kulebi ustalarla birlikte Engel köyünden seçkin çalgıcılar getirtildi. Nereden bulunmuşsa, Acer Harman Yerine, belki de yatak yükleri altında saklanan, eski yörüklükten kalma çadırlar kuruldu. Davul, zurna, köçek eşliğinde Kelik Dervişin peşinde kadınlar kartala gittiler, Turnam oyunu eşliğinde, ev ev dolaşıp, tüm köy halkını düğüne davet ettiler. Üç gün boyunca dışarıda davul, zurna, odada saz, keman, Zeynelabidin cümbüşü ve dümbelek çaldı, çalgıların önünde köçek oğlan oynadı. Hatta Belbaraklı Lomen ile Yahya’nın Ali, kaşıktan yaptıkları kukla bile oynattılar. Anlatılanlara bakılırsa; o güne dek yapılan düğünlerin en görkemlisi oldu, gelin çıktı, düğün bitti.

O yıllarda varsıl, yoksul yaşantısı arasında fazla bir fark yoktu. Varsıl da yamalı şalvar giyer, eti; bayramdan bayrama, ya da herkes gibi koyun, kuzu hışırlarsa ya da deneleme sonucunda ölürse, yerlerdi. Kışın, odasında ocak ya da sobada tezek, kerme yakardı, belki de ısısı ve kokusu fazla olan koyun kermesi yakardı, yoksullardan farlı olarak.

Düğünü izleyen günlerin birinde; yeni gelin, dışarıya ahırdan çıkarılmış gübreyi yalın ayakla çiğneyip tezek harcı yapmaktadır. Her yanına ahır boku yapışmış, eli ve ayakları pislik içinde kalmış durumda; düğününde zurna çalmış, Fevzi usta, kim bilir ne amaçla oradan geçerken, özenle çaldığı zurnaya, verdiği emeğe acımış olmalı ki, geline bakıp dayanamamış:
“Ah! Senin için koygun koygun çaldığım zurnalar!”

Kerme:Tezek.
Zeynelabidin cümbüşü: Metal Tambur.
Koygun: Etkili, dokunaklı, içli.