Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam214
Toplam Ziyaret738877
Mutlu Yıllar

Sürekli anlaşmazlığın ve uyumsuzluğun nedenleri; kadınla erkek arasındaki dinsel ve yasal engeller ile toplumların arasındaki sınırlar ve kurallardır!
Adnan YALIM


Yeni yılda çocuklarınıza, bilgi yerine, özgün olanı; sporu, müziği, resim çizmeyi, kitap okumayı, yemek yapmayı, insanların birbirlerinden farklı olduklarını anlamalarını sağlamak için de, sanatı öğretin!

Ayrıca; sembol ve ritüeller yerine,

Değerleri; dil ve sanat, hukuk ve tarih, sorumluluk ve sorgulama, çevre ve iklim bilincini...

♠ Yaşamayı; kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden yaşamayı...

Benlik edinmeyi; "kul benlik" değil, "özerk benlik" edinmeyi...

Düşünmeyi; kimseden emir almadan, bağımsız düşünmeyi...

İnanmayı; safsatalara değil, başarıya inanmayı...

Başkalarına değer vermeyi...

Ekip çalışmasının önemini... 

...öğretin çocuklarınıza!

KÖŞEKTAŞ’TAN PORTRELER

Dr. Salim Çelebi

2 - Ali Yılmaz ve Bam Teli

 Ali Yılmaz
Bizim Nasrettin Hocamız

Fotograf - Nazmi Ceyhan 


Komşumuzdu Ali Emmi.

Nereden türediğini bilmiyorum, “Samcak” derlerdi lakabına.

Evimizin önünden geçen yolun (köyümüzün ortasından geçen yol) hemen altında “basma”mız, onun da altında Ali Emmilerin evi vardı.

Bu evin 20 metre kadar altında da yani Öz’e giden yolun sol tarafında bir de odası vardı Ali Emmi’nin. Gündüzleri ve akşamları eş, dost ve arkadaşlarıyla oturma odası olarak kullanılır; geceleri de orada uyurlardı son eşi Saniye Bacıyla.    

Az da olsa Saniye Bacıdan önceki eşini de tanırım.

Ali Emmi, herkesin sohbet etmekten haz duyduğu ender ve ilginç insanlardan biriydi.

Ali Emmiyi, komşumuz olmasından öte, evimiz yıkılıp yeniden yapılırken (1957,1958 yılları) üstteki evlerini 1yıl kadar bize vermeleri ve alttaki odada oturmaları nedeniyle çocukluğumdan itibaren tanırım.

Orta boylu, yapılı, yuvarlak yüzlü ve yüzüne çok yakışan bir sakalı vardı.

İkinci oğlu Ata, (Adını Atatürk’ten almıştır) çocukken geçirmiş olduğu “çocuk felci” hastalığı nedeniyle yürüme engelliydi.

4 -5 yaşlarındaydım. Evimizin önünde bir kalabalık vardı ve Mehmet amcam (Çelebi) fındık koymuştu cebime, bakkaldı zaten. O anda, orada bulunan insanların bana karşı ilgileri her zamankinden daha fazlaydı. “Bir acayiplik var, ama ne?” diye düşünürken, sezinlemiştim olacakları: Sünnet olacaktım! Başladım Öz’e doğru koşmaya. “Dur, kaçma!” diye düştüler mi peşime!  

Habire koşuyordum ama çok şanssızdım: Sol tarafımda Mahmut amcamın bahçe duvarı, sağ tarafımda öğretmenim Yahya Doğan’ın bahçe duvarı vardı ve tam karşıdan da Ata geliyordu. Arkadan, “Tut, yakala!” çığlıkları atılıyordu. İki elini yana açtı Ata. Sağa yeltendim, kaçamadım; sola yeltendim, kaçamadım ve kıskıvrak yakaladı beni.

Gerisi malum...

Yıllar sonra Kayseri’de okuyacaktık ve gerek İbrahim’in ve gerekse benim velimiz olacaktı Ata Ağabey.

Dama oynardık Ali Emmi ile. Pillerin içinden çıkan kömürle, orta çeşmenin başındaki veya evin önündeki düz bir taşın üstüne; çiziverirdik 16 kareden oluşan bir alanı. Dama taşı olarak, birimiz küçük doğal taşları; diğerimiz ise kiremit kırıklarını kullanırdık.

Kiremit kırıklarını daima Ali Emmi alırdı. “Benimle dama oynamak neymiş size göstereceğim! Bu kırmıtları burnunuza sokacağım!” derdi.

Genellikle biz yenerdik, ama bazen de yenilir ve kaçardık.

Nargile içerdi Ali Emmi. Bildiğim kadarıyla köyümüzün tek nargile içeniydi. Daha önceden temizlenmiş olan nargilenin cam haznesine suyu doldurur, marpuçlarını takar, tömbekiyi özenle sarar ve küllenmiş kömür ateşini koyardı üzerine.

Ali Emminin, odanın dışında, üşenmeden ve keyifle yapmış olduğu bu hazırlık; görenlere davetiyeydi aslında. “Nargile içeceğim, gelin, sohbet edelim.” demekti. Görenler de zaten anlarlardı bunu.

Babam, İbrahim Şen, Kâzım Yalım, Ali Uçar... doluşurlardı Ali Emminin odasına.

Çok iyi bilirlerdi, hassas olup ta kızdığı ve küfrettiği noktaları.

Sohbetin konusu ne olursa olsun, evirir çevirir ve Ali Emminin hassas olduğu konuya getirirlerdi. Komşumuz olması nedeniyle, zaman zaman böyle sohbetlere katılma fırsatı bulduğum için kendimi çok şanslı sayıyorum.

Bizim eski nüfus kâğıtlarımız çok yapraklıydı ve “İli” hanesinde Kırşehir yazardı.   

1950’li yıllarda Mecliste üç parti vardı: Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisi ve Millet Partisi. Millet Partisi Genel Başkanı Osman Bölükbaşı Kırşehirli olduğu için, Kırşehir ilinde tüm oylar ona verilirdi. Bizim köyümüzdeki oyların da %90’ını alırdı Bölükbaşı. Bu durum, Demokrat Partinin hoşuna gitmediği için; Kırşehir ilini ilçe yaptı ve bu nedenle de ilçemiz Hacıbektaş Nevşehir’e bağlandı.

Daha sonraları parti genel başkanlığından ayrılan  Bölükbaşı, partisini başka ellere teslim edince; ne yapsın Ali Emmi kızmasın da?

“Ah, ah! Akıl mı var bende. Keşke ellerim kırılsaydı da ona oy vermeseydim!” diye bağırırdı avaz avaz.

Köyümüz dışında ilk okuyanlardan biri de Ali Emminin oğlu Hilmi Ağabeydi.

Nevşehir’de okutmaya çalışmış 1940’lı yıllarda oğlunu.

Savaş yılları...

Tüketimin karneye bağlandığı yıllar...

Hitler Faşizminin sınırlarımıza kadar dayandığı seneler...

Parasının azalmaya başladığı bir gün, mektup yazarak Ali Emmiden para istemiş

Hilmi Ağabey :        

Mektup, “Babacığım, evvela selam eder anamın ve senin ellerinden öperim.” diye başlıyormuş ve  “... acil olarak 10 liraya ihtiyacım var babacığım, mutlaka gönder; göndermezsen hayatım tehlikede!” diye bitiyormuş.

Mektubu birkaç kez okuduktan sonra, almış eline kâğıt ve kalemi ve oğluna şu mektubu yazmış Ali Emmi: “Evvela gözlerinden öperim oğlum. Mektubunda; acele 10 lira göndermemi, eğer göndermezsem hayatının tehlikeye gireceğini yazmışsın.

Yavrum, bu parayı gönderirsem bu sefer de benim hayatım tehlikeye girecek. İyisi mi senin hayatın tehlikede olsun!”

Yıllar önce yaşadığı bu gibi olayları, kendi biçemiyle, sanki o gün yaşıyormuş gibi ballandıra ballandıra anlatırdı Ali Emmi.

En son, ölümünden 10 ay kadar önce gördüm; bir zamanlar nargile içtiği ve tadına doyumsuz sohbetlerin yapıldığı odasının önünde.

Felçliydi ve yürüyemiyordu: Sadece ağlaştık.






1 Yorum - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima