Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi7
Bugün Toplam200
Toplam Ziyaret738863
Mutlu Yıllar

Sürekli anlaşmazlığın ve uyumsuzluğun nedenleri; kadınla erkek arasındaki dinsel ve yasal engeller ile toplumların arasındaki sınırlar ve kurallardır!
Adnan YALIM


Yeni yılda çocuklarınıza, bilgi yerine, özgün olanı; sporu, müziği, resim çizmeyi, kitap okumayı, yemek yapmayı, insanların birbirlerinden farklı olduklarını anlamalarını sağlamak için de, sanatı öğretin!

Ayrıca; sembol ve ritüeller yerine,

Değerleri; dil ve sanat, hukuk ve tarih, sorumluluk ve sorgulama, çevre ve iklim bilincini...

♠ Yaşamayı; kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden yaşamayı...

Benlik edinmeyi; "kul benlik" değil, "özerk benlik" edinmeyi...

Düşünmeyi; kimseden emir almadan, bağımsız düşünmeyi...

İnanmayı; safsatalara değil, başarıya inanmayı...

Başkalarına değer vermeyi...

Ekip çalışmasının önemini... 

...öğretin çocuklarınıza!

 

Okumayı, bilimi, doğayı ve güzel sanatları sevmeyen ve onlara karşı ilgi duymayan bir birey ruhsuz, duygusuz ve sıradan bir yaratıktır! Eğer bir toplumu oluşturan bireyler,
deneye dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal değerleri içeren eğitim
sistemi ile eğitilmemişlerse, o toplumun,
her tarafı
altın olsa bile, beyni bakır kalır!

Musa Kâzım Yalım


 Körinanç’a Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Dönemin canlı tanığı, Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.


I - Köy Enstitüleri Hareketi veya Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?

Musa Kâzım Yalım

1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


Köy Enstitüleri, Türk toplumunun ve Türk köylüsünün tarihsel gelişim doğrultusunun oluşturduğu koşullar ile; Atatürk’ün işaret ettiği bilimsel dünya görüşünün aydınlığında yaratılımış bize özgü, özel bir pedagojik metottur. Köy Enstitüleri, Türk köylüsünün ve Türk toplumunun çağdaşlaşmasına yönelik, çağdaş ve bilimsei eğitim – öğretim ihtiyacından doğmuştur.                                                   

Türk köylüsü, bilimsel dünya görüşünün doğrultusunda çağdaşlaşıp kalkınmadıkça, Türk toplumunun çağdaşlaşma olanağı yoktur denilebilir.

Türk toplumunun refahı ve mutluluğu, Türk köylüsünün refahı ve mutluluğuna bağlıdır. Çünkü Türk köylüsünün üretici ve yaratıcı bir özelliği vardır. O da, zeka ile iş sevgisinin bütünleştiği bir özelliktir. Zeka ve iş sevgisinin bütünleşmesine dayalı “İş içinde, iş aracılığıyla, iş için eğitim” içeren Köy Enstitüleri eğitim – öğretim sistemi hayata geçtiği zaman, topyekün Türk toplumunun refahı ve mutluluğu garanti altına alınmış olacaktı. Bu eğitim sistemiyle köylümüz kendi haklarına sahip çıkmasını öğrenecekti.

Aynı zamanda, Köy Enstitüleri, bize özgü Atatürkçü Rönesans hareketinin başarısı ve Türk köylüsünün çağdaş doğrultudaki eğitimi için düşünülmüş ve yaratılmış eşsiz ve bir benzeri daha bulunmayan bir eğitim – öğretim kuruluşuydu.

Böyle özellikleri içeren Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940’da 3808 sayılı yasayla kabul edilmiştir.

“İş içinde, iş aracıyla, iş için eğitim” felsefesi ve sloganına dayalı eğitim – öğretim metodunu içeren böyle bir kuruluş, neden Türk köylüsüne yöneliktir?

Türk köylüsü asırlardır ihmal edilmiş ve bunun kötü sonuçlarını topyekün Türk toplumu omuzlamıştır. Eğer Türk köylüsü ihmal edilmemiş olsaydı, ona özen gösterilseydi bugün Türk köylüsünün ve Türk toplumunun çağdaş dünyadaki yeri bir başka olurdu. Yani, çağdaş ve uygar ülkelerin içinde, çağdaş uygarlığa bilimsel ve sanatsal doğrultuda katkımız olurdu. Çünkü: Türk köylüsü çalışkan, zeki ve yaratıcı bir özelliğe sahiptir. Böyle bir özellik ve enerji kalkınmanın ve çağdaşlaşmanın altyapısıdır.

Türk köylüsünün asırlarca ihmal edilişi, Türk toplumunun geri kalmışlığını tetiklemiştir. Bu yüzden Türk köylüsünün, “tarihsel gelişim doğrultusunu” bilmek, Köy Enstitülerinin kuruluşlarını daha iyi anlamayı ve kavramayı sağlayacaktır.

Yaklaşık Selçuklu Dönemi de dahil, yedi yüz yıl gibi uzun bir zaman, Osmanlı Devleti ve İmparatorluğu, Türk köylüsünün alın teri ve emeği ile elde edilen ekonomik gücün sayesinde 620 yıl varlığını sürdürebilmiştir. Türk köylüsü aç kalmış, susuz kalmış yine de, varlığını Osmanlı devletine adamaktan geri kalmamıştır. Ancak Osmanlı, Türk köylüsüne, 620 yıl içinde en ufak uygar ve çağdaş bir hizmet götürememiştir. Bunun nedeni, Osmanlıların; Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığı’nın yaratmış olduğu Arap milliyetçiliğinin Allah tarafından gönderildiğini zannetmesidir. Osmanlılar, köylüyü değil; Arap-İslâm toplumunu düşünmüştür.

Körinancın altyapısını oluşturan Arap- İslâm Uygarlığı’na dayalı Arap milliyetçiliği; başta Türk toplumu olmak üzere, İslâm dünyasını çağdaş ve bilimsel dünyadan alıkoymaya yetmiştir.

Arap halkının inanç ve geleneklerine dayalı, kalkınma uygarlığının altyapısı tefsir metodu olan Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının yaratmış olduğu Arap milliyetçiliğinin, güya Allah tarafından ilm-i ilahi olarak gönderildiği sanılmaktadır.

Arap milliyetçiliği; Allah katında, Kuran’ın yazılı bulunduğu levh-i mahfuz yazılıymış. Bu asılsız düzenleme, çok aşiretli Arap Ulusculuğu ile de bütünleştirerek Ortadoks Müslümanlığın yolu açılmıştır. Bu gerici ve körinanç düzenlemesi başta Osmanlılar olmak üzere tüm İslâm dünyasına kutsal bir olaymış gibi kabul ettirilmiştir.

Osmanlılar, kendi kültür ve uygarlığını yaratmayı bir yana itmiş, hep Arapların kültür ve uygarlığının etki alanını daha da genişletmeye çalışarak onu ihya etmiştir. Dahası “Biz, Arapların yanında neyiz ki, Allah Arapları sevdiği ve koruyup kolladığı için Kuran’ı Arapça olarak göndermiştir. Araplar bu nedenle kutsal bir millettir.” diye Osmanlılar, Türk ulusunu, Arapların karşısında aşağılayıcı ve küçük düşürücü ölçüsüz değerlendirmede bulunmuştur.

Ayrıca, Eş’ari ve Gazali’nin, “Akıl ve bilim denilen safsata yok, Tanrısal irade vardır.” özdeyişiyle, İslâm dünyasının XII. Asırdan beri, beyin verimsizi gibi kronik bir ruh hastalığının içine itilmiş olması; çağdaşlıktan ve uygarlıktan geri kalmamıza neden olmuştur. Ve aynı zamanda Osmanlı döneminde, Osmanlı-Arap birlikteliğinin sonucu Türk köylüsü büyük bir ihmale uğramıştır.

Osmanlı devletinin varlığını sürdürememmesinin nedeni, Arap-İslâm anlayışının yarattığı Ortadoksvari bir körinanca kapılmış olmasıdır. Bunula beraber, Rönesans hareketinin deney ve gözlem metoduna dayalı, bilimsel gelişmesini dine karşı bir hareket olarak değerlendirmiş olması Osmanlının sonunu getirmiştir.

Tanzimat döneminde yetişmiş, medresede hocalık yapan Tahsin Efendi adında büyük bir bilginimiz, Paris’e serafet imamı olarak görevli gidiyor. Orada, fiziğe merak sarıyor. Üniversiteye devam ediyor. İstanbul’a dönerken, deney yapmak için deney aletleri almayı da ihmal etmiyor.

Bir gün, mederese öğrencilerine, havanın, canlılar için önemini kanıtlamak için bir fanus içine canlı bir kuş koyuyor. Kuşu öğrencilere canlı olarak gösteriyor. “Şimdi kuşun bulunduğu cam fanustan pompa ile havayı çekecek olursak kuş ölür.” Ve öyle de yapıyor. Yani havasız yerde hiçbir canlının yaşayamayacağını deneyle kanıtlıyor. Bu olayı gören medrese öğrencileri ayaklanıyorlar. Zavallı Hoca Tahsin Efendi, böyle bir tepki ile karşılaşacağını düşünmemişti bile. Öğrenciler, Tahsin Hoca’nın yüzüne karşı “Canı alan da, veren de Allah’tır. Bu sizin yaptığınız bir küfürdür.” diye bağırıyorlar. Zavallı Tahsin Efendi, o tarihten itibaren medreseyi terk etmek zorunda kalıyor. Adı, softalar tarafından “kafir hoca” konuyor. (Prof. Dr. Cahit Tanyol’un, Sosyolojik Açıdan Diyaloklar) adlı yapıtından alınmıştır.

İşte bu olay; Osmanlı döneminde, bilim üretme metodunu Allah’a karşı gelmek gibi gerici bir anlayışla değerlendirildiğinin kanıtıdır.

Osmanlı döneminin bütün yaşantısı deneysel bilime karşı gelmekle geçmiştir. XV. Asırda Molla Lutfi’nin idam ettirilmesi de, bilim düşmanlığına dayanmaktadır. Osmanlı’nın bilime yönelmeyişi, köylümüze götürülecek çağdaş eğitim hizmetinin önünü kesmiştir.

Türk köylüsünün mutsuzluğunun temeli, Osmanlı döneminde atılmış, bu da, hiyerarşik yaratılış ve kader anlayışına dönüştürülmüştür. Türk köylüsüne vaazlarda sabır, şükür ve umutlu olma telkin edilerek, köylülerimiz Ortadoksvari Müslümanlığın gölgesinde hep avutulmaya çalışılmıştır.

Asırlardır köylülerimiz sabır, şükür ve umutla yaşamaya alıştırılmış olup, aldatmaca bir mutluluk uygulamasıyla avutulmuşlardır.

Selçuklu dönemi dahil, Osmanlı döneminin son zamanlarına kadar yaklaşık yedi yüz yıl gibi çok uzun bir zaman içinde, hiçbir zaman “iyi ve mutlu” bir gün görmemiş, yaşamını hep Osmanlıların açmış olduğu savaş meydanlarında geçirmiş bulunan Türk köylüsü, mutlu yaşamaya hep özlem duymuş ama, savaşlar yüzünden mutlu yaşamaya hiç fırsat bulamamış. Türk köylüsünün, Osmanlı dönemindeki aile yaşamı, hep savaşlarda verdikleri şehit ve gazilere, yani baba, kardeş, emmi, dayı gibi yakınlarına ağıt yakmakla geçmiştir.

“Adı Yemendir, gülü çemendir, Giden gelmiyor, acep nedendir...”

“Münkir münafıkın soyu, Yaktı harap etti köyü, Mezarına bir taş suyu, Dökenin dökenin de avradını...K. Abdal”

“Şalvarı saltak Osmanlı, Eğeri kaltak Osmanlı, Eken de yok, biçen de yok, Yiyen de ortak Osmanlı...”

dizeleri, Osmanlı Türk aile yaşamının çektiği acıların anlatımıdır. Cumhuriyet’e kadar, Türk köylüsü, yerli yersiz Osmanlı dönemindeki tüm savaşlarda utkunun simgesi olmuş, fakat ona, uygarca yaşam hakkı tanımamıştır; “ölürse şehit, kalırsa gazi” sloganıyla avutulmuştur.

Üstelik, Osmanlı dönemindeki savaşların verdiği acı ve ıstırap yetmiyormuş gibi, Osmanlılar’ın, Batı’daki gelişen bilimsel ve sanatsal çağdaş uygarlıktan bihaber, yani habersiz oluşunun acısını da yine Türk köylüsüyle, Türk toplumu çekmiştir. Yani: Batı’daki bilime ve güzel sanatlara dayalı teknolojik gelişme, hümanist açıdan tüm dünya insanlığının mutluluğu için kullanılması gerekirken, Batı dünyası, bu gelişmeyi, sömürü ve emperyalist maksatlarla savaş aracı olarak kullanmayı yeğlemiştir. Örneğin: Türk topraklarını bölüp parçalamaya yönelmiş bulunan emperyalizmin kanlı belası, yine Türk köylüsünü bulmuştur. Osmanlı döneminde, köylülerimizin mal ve can güvenliği bile yoktu.

Doğan Avcıoğlu; “Türkiye’nin Düzeni” adlı yapıtının XXXI. Sayfasında şöyle yazıyor: ...”Din adamından, asayiş görevlisinden, asi devlet memurundan, köy milis güçleri şefinden ve hatta bunları temizlemekle görevli paşalardan dahi gelen zulüm; mal güvenliğinden vazgeçen köylüyü, can güvenliği derdine düşürmüştür. Köylü, ovadaki ve yollar üzerindeki köylerini bırakmış, resmi sıfatlı kişilerin erişemeyeceği, gözden uzak noktalara 5-10 hanelik yerleşme bölgelerine sığınmıştır. Tarihimizde bu olaya ‘Büyük Kaçgun’ denmektedir.” O zamanlar, köylülerimiz, mallarından vazgeçmişler, canlarının derdine düşmüşlerdir.

Osmanlı döneminde, kendi ülkelerinde köylülere yapılan eziyet sanki yetmiyormuş gibi, bir de “SALGIN” denilen yani gereğinde para ya da mal olarak köylülerden toplanan geçici vergi sistemi vardı. Bu vergi sistemi köylüleri, mal-mülk sahibi olmaktan nefret ettirmiştir.

Osmanlı döneminde, köy yaşamında can ve mal güvenliğinin olmayışından dolayı, yeryüzünde iyiye gidiş, umudunu yitiren tüm köylü ve halk topluluğu, kurtuluşu ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamında aramaya koyulmuştur. Artık köylüler kadere sığınmak zorunda kalmışlardır.

Osmanlı yönetimi, Türk köylüsüne en ufak bir uygar yaşam biçimi dahi götürememiştir. Örneğin; bundan yarım asır önce Türk köylüsü, özellikle İç Anadolu köy halkı, ıssız duvar diplerini ve kuyuları tuvalet veya ayakyolu olarak kullanmışlardır. Özellikle erkekler, idrarlarını duvar diplerine boşaltmaktan çekinmezler, organda artıp kalan idrar damlalarını, donu yaşartmaması için erkeklik organlarını duvara sürerek kuruturlardı. Bunu da; çevreden geçen kadın, erkek, ihtiyar, genç, çoluk çocuk kimseyi önemsemeden yaparlardı. Yıl 1940 . 1941.

Köylerimizde, ilkel yaşamın daha nic e acilen çözüm bekleyen olaylar vardır.

Köy Enstitüleri’nin, köylülerimizin çağdışı yaşantısına son vererek, mutlu bir yaşam getirecek diye, büyük bir ümitle bekleyişin sonu hüsranla bitmiştir.

Yıl 1940 – 1945, bizim köyde sıtma ve verem hastalıkları kol geziyordu. Köylülerimizin kurtarıcısı büyük önder Atatürk’ün ölümünden sonra, köylülerimizin ihmal edilşi, onları, yaşanılması çok zor bir duruma düşürmüştü.

Köylülerimizin elinden tutacak bir lider, bir devlet adamı ve bir çağdaş eğitim kuruluşu gerekiyordu. O da, Köy Enstitüleri gibi köye ve köylüye dönük bir eğitim kuruluşuydu. Köylülerimizin yaşantısı içler acısıydı. Bizim köyde her hastalığın tedavisi için uydurma bir yöntem ortaya konmuştu. Örneğin; sıtma ve verem hastalığının çok ilgi çekici ve ilkel bir tedavi biçimi vardı. 1940 veya 1941 yıllarından birinde olsa gerek. Mayıs ayı ortalarında bir bahar akşamıydı. Kız kardeşim Zahide ve amcamın eşi, Pembe bacım, bizim harmanyerine bitişik harımların etrafına çevrilmiş hendeklerin diplerinde bir şeyler topluyorlardı. Hemen yanlarına koştum. Benden sakladıkları bir şey vardı ama, merakıma karşı koyamadılar. Kalburun içine topladıkları şeye baktım. Kurumuş köpek dışkısı idi. - Bununla ne yapacaklarını sorduğumda, bana verdikleri yanıt içimi bulandırmıştı. - Ey ahmak! Bunlar derde deva sen ne anlarsın. Sıtmadan kurtulmak için bunları ıslatıp içeceğiz.

Hava kararmak üzereydi. Gerçekten kurumuş köpek dışkılarını ezdiler. Kalburla iyice elediler. Ve sonra daha ince bir elekten geçirdiler. Köpek dışkısının, açık yeşil kil gibi bir rengi vardı. Bir testi kırığının içinde köpek dışkısını su ile karıştırıp macun haline getirdiler. Bunu her gün 4-5 gün süreyle birer kaşık içtiler. Ama nafile, bir türlü, gün aşırı, ateşlenerek titreşip yatağa girmekten kurtulamadılar. Yani sıtma hastalığının geçeceği yoktu. Sonradan duydum ki, sıtma için başka evlerde köpek dışkısı, sütle karıştırılıp içiliyormuş.

Buna benzer bir olay daha yaşadım. O da, çok dikkat çekiciydi. Bizim köyde, yaklaşık elliye yakın verem hastası varmış. Hemen hepsi de it eti yiyerek iyileşmeye çalışıyorlarmış.

Bizim mahallemizdeki, İbiş’de, it eti yiyerek veremden korunmak isteyenlerden birisiydi. İbiş, mahalle arkadaşım Mehmet’le bizi yanına çağırdı: - Bana, etli butlu iyi bir it eniği bulup getirirseniz size ikişer cep kuru üzüm vereceğim, dedi. -

Biz, aşağı mahallede, it eniğinin çok olduğunu biliyorduk. Hemen aşağı mahalleyi, bir anda kolaçan edip, istediğimiz bir it eniğini bulduk. Yanımızda getirdiğimiz torbaya, bu eniği kimse görmeden iyice yerleştirip, oradan uzaklaştık...

Ahırda, bizi bekleyen İbiş’e torbayı verdik. Gerçekten de o, bize ikişer cep üzümü verdi.

İbiş, gözümüzün önünde, acımasızca köpek eniğini, keserle boynuna vurarak kesti ve derisini yüzdü. Eniğin etini parça parça etti. Ahırın güneşe bakan penceresininin önüne serdi. Geri kalan enik etini ekmek sacının üstünde pişirerek afiyetle yedi. İbiş, enik etinin çok lezzetli olduğunu söylüyordu.

İbiş..., ben, enik etini bir hafta boyunca yerim. O zaman göreceksinız verem hastalığına yakalanmayacağım. Böylece it eti sayesinde verem hastalığına boyun eğmeyeceğim. İt eti, İbiş’in yüzünü güldürmüştü, mutluluğu yüzünden okunuyurdu.

Anam da, köydeki verem hastalarının en başında geliyordu. Çok zayıflamıştı. Sürekli kan tükürüyordu, zavallı kadın, henüz 33’üne yeni girmişti.

Yakın akrabalarımız, anamı ziyarete geliyorlardı. “Sultan korkma, dirilirsin” diye anama moral vermeye çalışıyorlardı. Anamı ziyarete gelen kimileri de, “Allah, bu hastalığı sevdiği kullarına verirmiş, üzülme Sultan’ım üzülme. Bir gün gelir sen de, güler eğlenirsin, gezersin hatta tarlalarda orakla ekin bile yolarsın, hiç korkma.” diye moral vermeye çalışırlardı. Anam bu konuşulanları sevinç gözyaşlarıyla dinlerdi.

Anamı ziyarete gelenler genelde hediye olarak it eti getiriyorlardı.

Öğretmenimizin eşi, Pembe Bacı da, hediye olarak it eti getirmişti. Pembe Bacı, kurutulmuş it etini, anama verirken, “Sultan hanım, bu et her derde devadır.” diyerek, it etininin yararlarını anlatmakla bitirememişti.

Anam, it etini, ekmek evirmeye yarayan çubukla tandırda pişirip yemeye çalışıyordu. Hediye olarak gelen it etlerini, bir hafta, on gün içinde yiyip bitirmişti. Fakat verem hastalığının, iyileşmesiyle ilgili hiçbir belirti yoktu. Anam sürekli zayıflıyırdu. Zavallı, “Suya düşmüş insanın, yılana sarıldığı” gibi it etine sarılmıştı. Bayağı it etinin tedavi gücüne iyice inanmıştı.

1944 yılının kışı çok soğuk ve şiddetli geçmişti. Anamı soğuktan korumak için sürekli tandır yakıyorduk. Soğuklar ağır ağır şiddetini kaybetmeye başladı. Anamın dört gözle beklediği İlkbahar mevsimi artık geliyordu. Zavallı kadın yaz günleri belki düzelirim diye ümitleniyordu.

1944 yılı güzel bir İlkbahar günüydü. Anam üzerindeki yorganı kaldırarak, bir deri, bir kemik kalmış kollarını ve bacaklarını göstererek; “Oğlum, benim hazgülüm şu bacaklar, şu kollar bir gün gelir adam olur da ben, iyileşir miyim?” diye sordu. O anda ağlamaktan yanıt veremedim. Sonunda “Ana, korkma ölmeyeceksin.” diyebildim.

Anamın yatağının yanında, beşikte yatan Naci adlı erkek kardeşim, yaklaşık bir buçuk yaşına gelmişti. Doktor, anama, kardeşimi asla emzirmemesini söylemişti. Anam çok zayıftı, çocuk emzirecek durumda değildi; aynı zamanda kardeşimin mikrop alması önlenmiş olacaktı. Günde bir defa olmak kaydıyla kardeşime sütana bulmuştuk. Fakat zaman geçtikçe o da günbegün zayıflıyordu. Anam çok zayıflamıştı. Artık iyileşmesinden ümidi kesmiştik. 6 Ağustos 1944 anamı, Eylül 1944 kardeşim Naci’yi kaybettik.

Bu yaşananlar, Anadolu köylerinde yaşanan sıradan olaylar haline gelmişti. Hastalıklarla mücadele, çok ilkel ve geri kalmışlığın bir anlatımıydı.

Köy Enstitüleri, köylerde çağdaş ve uygar yaşam için bir umut ışığı olmuştu. Eğer, Köy Enstitüleri, başarılı bir varlık ortaya koyabilirse, köylerimiz sağlıklı bir ortama kavuştuktan sonra artık mutlu olabileceklerdi. Ama ne yazık ki, Köy Enstitüleri kapatılınca, mutluluk, köylerimizin kursaklarında kaldı.

Özetle: Türk köylüsü, Osmanlılar’ın savaşlarıyla, Batı’nın emperyalist emellerinin karanlığında hiçbir zaman iyi ve mutlu bir gün görmemiştir. Türk köylüsünün, tarih boyunca ihmal edilişi, aynı zamanda Türk toplumunun çağdaşlaşmasının da ihmalidir.

Türk köylüsü ve Türk toplumu, emperyalistlere karşı, Atatürk’ün kahramanlığı ve askeri dehasına sığınmasaydı bu toplumun hali, kim bilir ne olacaktı.

Cumhıriyet’in getirdiği “bilimsel dünya görüşünün” ışığı altında yaratılan Köy Enstitüleri felsefesi ve ruhu; Türk toplumunun tarihsel gelişim doğrultusuna biçim veren, “dinsel dünya görüşünün” oluşturduğu doğmatik ve metafizik felsefeye bağlı körinanca yönelik bilim dışı tutucu anlayışın, granitten örmüş olduğu körinanç duvarını aşarak “bilimsel dünya görüşü” ile bütünleşmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde, Köy Enstitüleri hareketinin yanı sıra, köylüyü topraklandırmak amacıyla “Toprak Kanunu” çıkarılmışsa da, Toprak Kanunu işlemez hale getirilmiş, sonra da Toprak Kanunu hikayesi son bulmuştur. Köy Enstitüsü hareketi de Toprak Kanunu gibi aynı akibete uğratılmıştır.

Toprak Kanunu ve Köy Enstitüleri hareketini dejenere eden güçler, (tefeci, tüccar, toprak ağası, şeyh, komprador ve kurulu düzenin güçlüleri) iki devrimci hareketi sonuçsuz bırakmışlardır. Oysa her iki devrimci hareket ne büyük amaçlarla hayata geçirilmek istenmişti.

Köy Enstitüleri ve Toprak Kanunu hareketiyle Türk köylüsü canlandırılacak ve çağdaşlığın yolu açılacaktı.

Canlandırılacak köy hareketiyle, bilimsel dünya görüşünün aydınlığında çağdaşlığın yolu açılacak, Türkiye Cumhurşyeti Devletinin ve toplumunun yönetiminde Türk köylüsü söz sahibi olacaktı.

Büyük Eğitimcimiz İsmail Hakkı Tonguç, canlandırılacak köy ile ilgili şunları diyor: “Köy meselesi bazılarının zannettikleri gibi, mihaniki surette ‘köy kalkınması’ değil, manalı ve şuurlu bir şekilde ‘köyün içten canlandırılması’dır. Köylü insanı öylesine canlandırılmalı ve şuurlandırılmalı ki, onu hiçbir kuvvet yalnız kendi hesabına ve insafsızca istismar edemesin. Ona esir ve uşak muamelesi yapamasın. Köylüler, şuursuz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelmesinler. Onlar da her vatandaş gibi her zaman haklarına kavuşabilsinler. Köy meselesi, köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir.”

Toprak reformu ve Köy Enstitüleri hareketi hüsranla sona erince, Türk köylüsü ne yapacağını şaşımış durumda kurtuluşu, Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Belçika ve diğer Avrupa ülkelerinde işçi olarak çalışmakta bulmuştur. Oralarda en ağır işlerde çalıştırılmışlar, pek çoğu sağlığından olmuştur. Zar zor (güç bela) elin memleketinde, biriktirdikleri parayla bir evi ancak alabilmişlerdir. Köylülerimiz, “ memleket dışı gurbet ellerde” çalışmakla da uygar yaşama olanağı bulamamıştır. Türk köylüsü 700 yıl boyunca olduğu gibi, şimdi de iyi ve mutlu bir gün göremiyor. Yani mutlu yaşama fırsatı verilmiyor köylüye. Ancak seçimden seçime köye gelen politikacıların iktidar hırsıyla dolu, içi boş vaadleriyle avutuluyorlar.

Büyük Önder Atatürk, Türk köylüsüne ve halkına çağdaşlığın yolunu açmıştı ama, ne yazık ki; 1950 DP karşı ve gerici devrim hareketiyle körinanca dayalı “dinsel dünya görüşü” köylüleri kendi kaderine terk etmiştir. Artık bu dünyada mutlu bir yer bulamayan köylülerin mutlu olacakları bir yer kaldı, o da, ölüm ötesi - öbür dünya – ahiret yaşamı(!)

İslâm dini ile ilgili inançlar; softalık, yobazlık, cahillik, tarikat, mezhep ve hurafeler gibi körinançlar bütünü haline getirilmiş olup, köylülerimizi avutacak ve aldatacak bir biçime sokulmuştur. Hem de İslâm dininin evrensel ve hümanist özelliği gözardı edilerek.

Eş’ari ve Gazali’nin bilime ve güzel sanatlara karşı gelen yorumları; İslâm dünyasının bu dünya ile ilgisini kesmiş, hep öbür dünya hayali ile yaşar hale getirmiş. Bu nedenle, İslâm dünyasının el emeği ve alın teriyle yaşayan emekçileri ve Türk köylüsü öyle bir hale getirilmiş ki; “Bu dünya yalandır.” Türkülerinde, şarkılarında dünyanın yalan olduğu dile getirilir. Bu dünya yaşamaya, değmez; bu dünyaya bel bağlanmaz. “Bugün varız, yarın yokuz.” Adi, bayağı, perişan ve sefil bir hayata katlanır da yaşamını yükseltmek için deneysel bilim ve güzel sanatları içeren, bilimsel dünya görüşü için mücadele vermeye katlanamaz. Genelde, tüm İslâm dünyası, ekonomik ve sosyal eşitsizliğe dayalı hiyerarşik yaratılış ilahi düzenine ve kadere bağlı olarak yaşamaya alıştırılmıştır. Bu yüzden, yedi yüz yıldan beri köylülerimiz hiçbir şeyin, hiçbir güzelliğin farkına varmadan, bugüne kadar, umutlarını kader ve öbür dünya mutluluğuna bağlı olarak yaşamışlardır. Hatta umut nedir, onu bile yaşayamayanlar bu dünyanın boşluğunda bir hayal gibi yok olup gitmişlerdir. Devamını okumak için tıklayınız



0 Yorum - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima