Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam157
Toplam Ziyaret773795
Eski Bir Takıntı

Okuyan Kızlar Eski Takıntı

Hüseyin Seyfi

Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çevrenin baskısı ile,  “ahlakı bozuluyor” diye alınan kız öğrenciler günümüzde yaşıyorlar.

Yolda geçerken, Beden Eğitimi dersinde eşofmanlı kızları görüp, “Bunların her tarafı meydanda” diyerek yaygarayı basanlar, yaşları gereği bu dünyadan göçüp gitseler de aynı düşünceyi taşıyanlara, “bitti” diyemiyoruz.

Dedikodulara fazla dayanamayarak,  babası tarafından, Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  zorla alınmış, şimdilerde, yetmiş yaşından fazla bir kadınla yaptığım söyleşide, okuldan alınmasını daha dün gibi hatırlıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Evladım, o zaman okul çevresinde bile erkeklerle konuşmamız  yasaktı. Kendi köylüm Musa Kâzım, aynı okulda, ayağını duvardan aşağı sallar, erkekler bahçesinde kitap okurdu. Yanına varıp selam vermek, köy özlemimi gidermek isterdim, fakat sınıf ablam müsaade etmezdi. Nedensiz yere, sırf dedikodular yüzünden daha bir yılımı bile tamamlamadan, 12 yaşında, okuldan alınmam öyle zoruma gidiyor, öyle gücüme gidiyor ki, aha,  bugün aynı okulda okuyacaksın deseler gider okurum. Bu yaşıma kadar içimde bir acı olarak kaldı. Hacca gittim. Beş vaktimi kaçırmam. Kuran okurum. Sebep olanların, Allah o yobazların belasını versin!” diyordu.

Köyümde aydınlanma, kız çocuklarının okuması, Türkiye köylerine göre çok erken başlamıştır. Atmışlı yıllardan beri, tahsil açısından kız erkek ayrımı gözetilmedi.

Yetmişli yılların başında bir gün imam, hatırladığıma göre, “Üniversitelerde kızlar çocuk aldırıyor, okutmak caiz değildir” deyince, köylü tepki gösterip, imam hakkında imza kampanyası düzenlemiş ve imam merkeze aldırılmıştı. Sonradan bu imam ilçenin birinden, düşüncesine uygun bir partiden belediye başkanı seçildi.

Pakistanlı kız öğrenci Malala’yı çoğumuz tanıyoruz. Kız çocuklarının okuması uğruna küçük yaşta yaptığı mücadelede, kız çocuklarının okumasına karşı radikal güçler tarafından kafasından vurularak ağır yaralanmıştı.

Örneklerin bir sayfaya sığması mümkün mü?

Sevgili ülkemin gündeminde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kalan üniversiteli kız çocukları var. Belki de bir iki münferit olay yüzünden, üniversitelerde okuyan kız çocuklarının ana babalarının kulağına kar suyu kaçırılıyor ve bu yüzden dolaylı olarak itham altındalar. Ülkem konu üstünde çalkalanmakta. Her telden nağmeler vuruluyor.

Kaliteli bir eğitim verebiliyor muyuz?

Kızlarımıza sağlıklı, güvenli barınaklar sağlayabiliyor muyuz?

Onları bilinçlendirebiliyor muyuz?

Ne güzel yazmış yazarın birisi, “Gençliğini yaşayamayanlar gençliği tanıyamazlar” diyor.

Üniversite gençliğinin içinde bulunmayanlar, çağdaş gençliği tanımayanlar onlara nasıl güvensinler?

Bilmezler mi ki, onların merhabası sıcaktır, içtendir, candandır, samimidir ve dostçadır.

Kız erkek ilişkilerinde, her şeyi uçkura bağlamak,  medrese eğitimi almışların işi olsa gerek.

Hüseyin Seyfi

Köy Enstitüleri III


Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü

Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları...


I - Köy Enstitüleri Hareketi veya Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?

 Musa Kâzım Yalım

1951 Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu


 

Atatürk’ün, Köy Enstitüleri’ni Yaratan Düşünceleri

 Portre

Musa Kâzım Yalım'ın Çizmiş Olduğu Bir Atatürk Portresi


 

Büyük Önder Atatürk’e göre; çağdaş ve ulusal eğitimin, ilk önce köyden, mahalleden ve halktan başlaması vazgeçilmesi mümkün olmayan bilimsel bir olgudur. Türk toplumunun temel yapısını köylü oluşturmaktadır. Bu nedenle, kalkınmaya köyden başlamak bir bilimselliktir ve bir zorunluluktur. Atatürk, çağdaş eğitimin, köyden, mahalleden ve halktan başlamasının diyalektiğine inanmıştı. Yani, köylü kalkınmadıkça, Türk toplumunun çağdaş doğrultuda  kalkınmasına olanak yoktu.

Atatürk diyor ki; "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde herkesten daha çok refah, (gönenç) mutluluk ve varlığa hak kazanmış ve buna en çok yaraşık olan köylüdür... Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun tek nedeni bu gerçeğin aymazı bulunmuş olmamızdır."

“...Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli yönlerine sürdüğümüz, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüz yıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık hep hor görerek, aşağılayarak karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı nankörlük, utanmazlık, küstahlık ve zorbalıkla uşak kertesine indirmek istediğimiz bu asil sahibin önünde bugün bütün bir utanç ve saygıyla duruşumuzu alalım...”

“...Köylünün çalışmasının sonuçlarını ve verimlerini kendi çıkarı doğrultusunda en yüksek kerteye çıkarmak iktisat politikamızın temel ruhudur. Bundan dolayı; bir yandan çiftçinin çalışmasını çoğaltacak ve verimli kılacak bilgiler, araçlar ve teknik aygıtların kullanılmasına ve yayılmasına ve öte yandan köylünün çalışmasının sonuçlarından kendisinin yararlanmasını sağlayacak iktisat önlemlerinin alınmasına çalışmak...”

“...İşte bu köylüdür ki bugüne değin bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Takip edeceğimiz eğitim politikasının temeli, önce bügünkü bilgisizliği ortadan kaldırmaktır. Bu ereğe ulaşma, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama olacaktır...”

Büyük önder Atatürk, 1 Mart 1923 tarihinde Büyük Millet Meclisi’nde, Cumhuriyet Milli Eğitimi’nin amaçlarını, metodlarını en güzel biçimde saptamış ve açıklamıştı.

“...Efendiler! Eğitim ve öğretimde uygulanacak metot, bilginin insan için fazla bir süs, bir baskı yahut medeni bir zevkten çok maddi hayatta başarılı olmayı sağlayan pratik ve kullanılabilir bir araç hâline getirmektir...”

“...Pratik ve yaygın bir eğitim için vatanın önemli merkezlerinde modern kütüphaneler, çeşitli bitkileri ve hayvanları içine alan bahçeler, konservatuarlar, atölyeler, müzeler, sergi salonları kurmak gerekli olduğu gibi, özellikle şimdiki yönetim bölümlerine göre ilçe merkezlerine kadar bütün memleketin basımevleriyle donatılması gerekir. Bütün bu güzel şeylerin bir an içinde meydana getirilmesi mümkün olmamakla beraber olabildiği kadar az zaman içinde bu sonuçların alınması önemle istenmeye değer...”

“...Efendiler! Memeleket çocuklarının beraberce ve eşit olarak kazanmak zorunda oldukları bilgi ve teknik vardır. Yüksek meslek sahibi ve uzman olacakların ayrılabileceği öğretim aşamalarına kadar eğitim ve öğretim birliği, toplumumuzun ilerlemesi bakımından önemlidir...” Atatürk’ün bu görüşleri doğrultusunda Türk köylüsüyle, Türk toplumunun çağdaş kültüre kavuşturularak bilimle barışık bir toplum olması sağlanacaktı. Ne yazık ki, Atatürk’ün, eğitimle ilgili görüşleri kısa bir zaman sonra, çağdaş yolda, gelişmek üzereyken takozlanarak Türk köylüsüne ve Türk toplumuna, insanca yaşam bayağı çok görülmüştür.

Köy Enstitüleri, bize özgü, bir Rönesans hareketinin başlangıcıydı. Köy Enstitülerinin, bize özgü oluşunun kaynağı, Büyük Önder Atatürk’ün çağdaş doğrultudaki ilerici düşünceleridir. Deneysel metoda dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal doğrultuda bize yol göstermesi, memleketin gerçek sahibi ve efendisinin, Türk köylüsünün olduğunu vurgulaması, “Türk köylüsü kalkınmadıkça Türk toplumu kalkınmış sayılmaz.“ diyerek kalkınmanın köyden başlamasının önemini belirtmesi... Köy Enstitüleri’nin kuruluşuna zemin ve ortam hazırlamıştır.

Atatürk’ün görüşleri doğrultusunda, Köy Enstitüleri’nin kuruluş ve uygulanışlarının düşünülüp geliştirilmesinde katkısı olanların en başında gelen İsmail Hakkı Tonguç, ülkenin kalkınmasının, köylünün kalkınmasına bağlı olduğuna, köylünün kalkınmasınınsa, tarımın gelişerek modernleşmesiyle gerçekleşeceğine inanmıştı. İşte bu inançla Köy Enstitüleri kuruluşları yaratıldı. 17 Nisan 1940’da, 3808 sayılı Köy Enstitüsü Yasası’yla köylünün kalkınmasını sağlayacak yepyeni ve “işe dayalı öğretim ilkesine göre köye üretici ve yaratıcı bir eğitim düzeninin getirilmesiyle, Köy Enstitüsü kuruluşları, kutsal bir görevi yüklenmişlerdi.

Köy Enstitüleri, Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metot oluşturmuştu. Dünya’da böyle bir kuruluşun, bir benzeri daha yoktu.

Bir Fransız yazarı ve gazetecisi şöyle diyor; “Eğer, 1938’den sonra Türk toplumu ve iktidarları Atatürk’ün çalışma temposuyla, bilimsel ve sanatsal düşüncesine ship çıkmasını bilseydi, bugün Türk toplumu, Japonya’nın da üstünde gelişmiş bir devlet olurdu. Bunu bilmek, bir kehanet olayı değildir. Devletlerin üstünlüğünü, bilim ve sanattaki üretkenliği ve becerisi sağlamaktadır...”

Atatürk, Türk ulusunun, çağdaş dünyadaki yerini alması için, bilim ve sanat doğrultusunda, devletin ve toplumun temel yapısını yine, bilim ve sanat değerleri üzerine oturtarak, Türk halkını, çağdaş yolda ilerlemenin, bilim ve sanata bağlı olduğuna içtenlikle inandırmıştı. Her ne olduysa 1950’lerden sonra oldu. Bilimsel ve sanatsal gelişme büyük bir arızaya uğratıldı.

Atatürk’ü anlamak, bir zekâ ve sağduyu işidir. Atatürk’ü anlayamayan, bu memlekete ve millete, gerçek anlamda ve çağdaş doğrultuda asla hizmet sunamaz. Öyleyse Köy Enstitüleri, aynı zamanda Atatürk’ü, tüm yönleriyle, Türk toplumunun anlamasını sağlamaya yönelik bir etkinliktir. Millet olarak çağdaş doğrultuda hızla gelişebilmek için, Atatürk’ü anlamaya gereksinim vardı.

Çağdaş doğrultuda, bir toplum oluşturmak istiyorsak, bilimsel bilgiye, sanatsal değerlere ve üretkenliğe dayanan eğitimin önemi hiçbir zaman gözardı edilmemeliydi. Dinsel konuların güdümüne alınmış ve dine endeksli bir eğitime verilen önem, öncelikle deneysel bilim ve sanatsal eğitime verilmiş olsaydı, bugün ülkemiz evrensel boyutta bilim ve sanat üretiyor olacaktı.

Evet olacaktı...1950’lerden sonra, dini eğitime gösterilen ilgiyle, gerici ve öbür dünyacı anlayışın yarattığı sonuçları bugün görüyoruz. Sürekli sözde çağa uygun bir şeriat düzeniyle ilgili üretilenler akla durgunluk veriyor. Zamanında bilim ve sanata da gösterilseydi bu ilgi, şimdi bilim ve sanatta büyük mesafeler alınmış olacaktık.

Eğitimde bu toplumun bu dünyası birincil, öbür dünyası ikincil derecede bari ele alınmalıydı. Toplumun bu dünyasını mamur ve mutlu etmeyen zihniyet, toplumun öbür dünyasına karışmaya hakkı yoktur.

Köy Enstitüleri’ne Karşı Körinancın Egemenliği

Köy Enstitüleri, Osmanlı döneminden kalan körinancın temsilcileri, toprak ağaları ve 1950’nin Osmanlılığa bağlı politikacılarının oluşturduğu körinanca bağlı gerici devrim hareketiyle yıkılmıştır.

Körinanç, güzel sanatlara, bilimsel doğrultuda doğruluğu kanıtlanmış maddeye dayalı ve varlıklarla ilgili gerçeklere hiç dayanmamakta israr eden (direnç) bilimi dışlayan; deney dışı ve yalnız önsel verilere dayanan dinsel ve düşsel bilgilere sığınan fizik ötesi, öbür dünyacı düşünce ve inançlara karşı aşırı bağlılıktır.

Özellikle dinsel alanda görülen bu tutkusal ve aşırı bağlılık, dinsel ve düşselliğin dışındaki, bilimsellik başta olmak üzere, bütün düşünceleri yok sayma ve yok etmeyi kapsar.

Din ve inançla ilgili düşünce ve ilkeleri, hiç kanıt aramaksızın, incelemeksizin ve eleştirmeksizin gerçek bilgi sayan metafizik (fizik ötesi) düşünceyle, varlığımızın; bedenden bağımsız, ruhsal bir yapı olduğu inancına dayanan ve düşsel (hayali) bir anlayış körinançtır (fanatizm).

Körinanca dayalı din anlayışı; yeniliklere ve çağdaşlığa kapalıdır. İnsanlığın, dinden başka hiçbir görüş ve düşünceye inanmasını istemez. Körinanç anlayışına göre, ölüm ötesi –öbür dünya – ahiret yaşamı bir gerçektir. Deneye dayalı bilimsel bilgi ve hür düşünceye karşıdır. Laik ve demokratik düzene inanmaz. Örneğin: Ortaçağ Avrupasını kasıp kavuran “engizisyon mahkemeleri”nin işkenceye ve öldürmeye dayalı uygulamaları böylesi bir körinancın ürünüdür. Engizisyon mahkelemeriyle 600 bin insan can vermiş, yalnız bunlardan 200 bin insan yakılarak öldürülmüştür. Ortaçağ boyunca, dine dayalı körinanç yüzünden tam 3 milyon insan öldürülmüştür.

Batı’da, Hıristiyan dünyasında, filozof Vanini’nin (Giulio Cesare 1585 - 1619), ruhun ölmezliğine karşı çıkışı, yani “ruh” beynin özel bir fonksiyonudur, beyin fiziki olarak yok olunca, ruh da, açıklaması, kilise babalarının öfkesini kabartmıştır.

“Ruh” kavramı dinsel kuralların temelini oluşturduğu için, kiliseye karşı düşünceler, dini inançları zayıflatıp yıpratacağından dolayı, Vanini’nin cezası çok büyük olmuştur. Vanini, diri kesilip koparıldıktan sonra diri diri ateşe atılarak yakılmıştır.

Körinanç anlayışının, dinsel konuya bağlı, fizik ötesi düşlenen ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamına aşırı bağlılıktan öte, kişilerin inancı uğruna yakmayacağı can, yıkmayacağı yuva ve ocak yoktur.

Düşsel düşünceye dayalı inanç uğruna, başka düşünceleri, özellikle bilimin gelişmesine fırsat vermek istemeyen, öbür dünya –ahiret– yaşamının yoluna insanların canına bile kıyabilen ve bunu da Allah adına yaptığına inanan, insanları hep korku ve baskı altında tutan bir ruh ve anlayış “körinançtır.”

Ortadoğu’da İslâm Dünyası’nda: “Ben Tanrıyım” (En-el Hak) veya “Ben Tanrı’dan bir parçayım.” diye konuştuğu için, dinin emirlerine aykırı davranıyor ve Allah’a “şirk” koşuyor, suçlamasıyla Hallac-ı Mansur’u döve döve öldürdüler.

Sunni mezhebine aykırı davranıyor diye de, derisi diri diri yüzülerek öldürülen Nesimi’ye uygulanan ceza insanlık dışı ve tüyler ürperticidir.

Hem İslâm ve hem de Hıristiyan dünyasında insanlara uygulanan işkence ve ölüm cezaları, “körinanç” anlayışının insanlık dışı vahşetini ortaya koymaktadır. Körinancın insafı, acıması ve insan sevgisi yoktur. Körinaç anlayışından çıkar sağlayanlar, körinancın devamı için, Köy Enstitüleri’ne yaşama fırsatı vermemiştir.

Evrensel ve hümanist bir din özelliği taşıyan İslâm dini, tarikat, mucize ve hurafelerle süslenmiş olup, evrenselliği ve hümanist yapısı gözardı edilmiştir. Tarikat, mucize ve hurafelerle, İslâm dini, körinanç anlayışına dönüştürülmüştür.

Nurculuk tarikatı, laiklik ve ulusculuğa karşıdır. Aynı zamanda kadercidir. Nurculuk bu dünyayı küçümser ve ölüm ötesi öbür dünyayı yeğler. Cennete ulaşabilmek, bu dünya ile ilgilenmemekle mümkündür. Bu dünya bir bekleme salonudur, amaç ölüm ötesi –öbür dünya– ahiret yaşamıdır.

Nurculuk, her türlü bilimsel araştırma ve açıklamayı dinsizlik sayar; mucize ve dine sonradan girmiş hurafelere inanır. Hatta Saidi Nursi’nin, Moskova’dan Berlin’e melekler gibi uçarak gittiği, sanki bilimsel bir gerçekmiş gibi anlatılır. İşte buna inanmak da bir körinanç anlayışıdır.

Evrenselliği tartışılmayan İslâm dininin körinanç anlayışına göre yorumlanıp uygulanışının belası, Köy Enstitüleri gibi Türk toplumuna özgü, özel bir pedagojik metodu içeren çağdaş bir eğitim kuruluşunu vurmuştur.

Osmanlı toplumunu, asırlarca Ortaçağ karanlığının içinde bocalatan körinanç, hurafe ve beyin verimsizliğidir. Osmanlılardan kalma bu olumsuz ve çağdışı özellikleri, Köy Enstitüleri eğitim düzeniyle ortadan kaldırmadıkça yeni oluşturulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile aydınlanma yolunda savaşım vermek olanaksızdı.

İnançların, körinanç içinde biçimlenmesi insansal duyguları yok etmektedir. Menemen olayı, Köy Enstitüleri’nin kapatılışı, ÇorumKahramanmaraş, Sivas katliamı, ve onlarca bilim adamımızın ve vatandaşlarımızın katledilişi, Türkiye’deki körinancın açık bir göstergesidir.

Köy Enstitüleri, ülkemizde kemikleşmiş körinanç anlayışının yerine, laik, demokratik, bilime ve güzel sanatlara yönelik, bilimsel dünya görüşünü egemen kılmaya çalışan, köylünün ve halkın öz haklarına sahip çıkmaya dayalı amaçlarla yaşama geçmişti. Köy Enstitüleri kuşaklarıyla köylüye, haklarına sahip çıkabilecek bilinç verilecekti.

Dine dayalı tarikat ve hurafeleri içeren “körinanç”, Türk köylüsünü, gözü kapalı tutarak her zaman sömürüye hazır tutmak için, tarihin hemen her döneminde varlığını korumuştur. Köylülerin, el emeğini ve alın terini sömürenler, Köy Enstitülerini yaşatmamak için körinanca yönelik her çeşit hile, riyakarlık ve iftiraya başvurmuşlardır.

Köy Enstitüleri, sömüren sınıfın oyunlarını bozmak için “sağcılık” ve “solculuk” kavramlarına açıklık getirmiştir. Yani yanlış anlaşılmaya yer vermeden anlaşılabilir bir anlam ve görüş ortaya koymuştur. “SAĞCILIK”; körinanca dayalı, dinsel dünya görüşünün koyu karanlık gölgesinde, zengin sermaye sahibi sömüren sınıfın yanında yer almaktadır. “SOLCULUK”; Bilimsel dünya görüşünün ışığı altında, emekçi halkın, köylülerin ve yoksulların yanında yer almaktadır.

Köy Enstitüleri, Atatürk’ün, bilimsel dünya görüşünün öncülüğünde, İsmail Hakkı Tonguç’un gösterdiği halkçı hedeflere yaklaştıkça, Köy Enstitüleri’nin gelişip güçlenmesinden korku ve kaygı duyan, içgüdüsel hesaplarla hareket eden, körinanca yaslanan politikacı ve toprak ağaları bu konuda bütünleşmişlerdir. Bu bütünleşme, Köy Enstitüleri’nin kapatılışına önayak olanların sırtında bir kambur gibi sırıtacaktır. Onlar, ulusal bilinç, toplumsal sorumluluk duygusu ve anlayışına ihanetten dolayı, geleceğin çağdaş Türk toplumunun eleştiri ve nefretinden hiçbir zaman kurtulamayacaklardır.

1950’de Demokratik Parti iktidarıyla, Atatürk’ün, çağdaşlaşmak için seçmiş olduğu “bilimsel dünya görüşünden” geriye dönüldüğü zaman, Türk toplumunun eğitimi – öğretimi; körinanca dayalı “dinsel dünya görüşünün” güdümüne alınmıştır. Bu gelişmeden sonra, laiklikle gelen ve devletin her türlü baskısından uzak, kişye özel dini inanç özgürlüğü; laik düzene aykırı olarak, devletin desteği ile, “körinanca” dayalı dini eğitim, tekrar toplumsallıştırılmıştır.

1950’den sonra zincirleme gerici gelişmeyle, bilimsel dünya görüşünü yıpratmak için, ülke genelinde geriçi bir mücadele başlatılmıştır. Bu uyumsuz ve karışık ortamda, ulusumuzun bilimsel ve sanatsal gelişmesini engelleyen çok çeşitli engeller üretilmiştir. Bir taraftan dine ve ırkçılığa dayalı milliyetçilik, bir taraftan Araplaşmak için, Türkçe ezanın Arapçalaştırılması, izinsiz Kuran kursları, İmam Hatip okulları, Osmanlı dönemine tekrar dönüş için Nurculuk, Araplaşmak için Nakşibendi, Hizbullah ve İBDA-C gibi şeriatçı örgütlerin ve tarikatların önündeki devrimci engeller birer birer ortadan kaldırlmıştır.

Son zamanlarda, gerici gelişmeleri desteklemek için “TÜRBAN” şeriatın simgesi haline getirilmiştir. Kadınlarımız, gerici gelişmelerin tutsağı haline getirilerek, türban kuşatmasına alınmıştır.

Ülkemizde açılan dinsel eğitim kurum ve kuruluşları, çağımızın bilimsel ve sanatsal koşullarına göre çağdaş bir din anlayışını, egemen kılacak eğitimden ziyade, Atatürk düşmanlığına yönelik ve “körinanç anlayışını” daha da güçlendirmek amacıyla yaşama geçirilmiştir. Örneğin: Kuran kursları ve İmam Hatip okulları Atatürk düşmanlığının biçimlendiği yerler haline getirilmiştir. Atatürk düşmanlığı, aynı zamanda akıl ve bilim düşmanlığıdır.

Köy Enstitüleri’ni çalışmaz hale getirmek; Ortaçağ inancını tekrar canlandırmak ve bu dinsel eğitime sığınan hurafe ve tarikatlardan yarar umanların ekmeğine yağ sürmüştür.

Köy Enstitüleri’nin kapatılmasıyla, yurdumuzda da sonu belli olmayan körinanç anlayışına giden Ortaçağ benzeri karanlık bir yola girilmiştir. Köy Enstitüleri kapatılmasaydı, körinanç gibi çağdışı bir anlayış; gelişip güçlenecek bir ortam bulamayacak, gerici olayların hiçbirisi olmayacaktı.

“Demokrasi güçlünün çıkarlarından başka bir şey değildir.” vurgulamasının aksine, tüm toplumun ve bireylerin yararlanabileceği gerçek bir demokrasiye Köy Enstitüleri’yle ulaşacaktık. Ülkemizde, bize özgü Rönesans hareketi güçlenip gelişecekti.

Keman çalan öğrenci

Keman çalan öğrenci

Akerdeon çalan öğrenci

Mandolin çalan öğrenci

“Güzel sanatlar, insanı insanlaştırmanın, hümanizmin, yaratıcılığın ve bilimin anasıdır!” gerçeğini Köy Enstitüleri’yle kanıtlayacaktık. Eğer Köy Enstitüleri’ne yaşam hakkı tanınmış olsaydı, şimdi bilim üretiyor olacaktık.

Köy Enstitüleri sayesinde bilim üretmekten öte, kronik beyin verimsizliğimiz de tedavi edilmiş olacaktı. Köylülerimizin doğruları görmemeleri ve sürekli beyin verimsizi olarak kalmaları için softalık, yobazlık, cahillik, mezhep, tarikat ve hurafeler gibi körinançlar bütünü haline getirilmiş yanlış inanç ve din anlayışına bağımlı kalmaları sağlanmıştır. İşte, Köy Enstitüleri, bu yanlış inanç ve din anlayışını ve beyin verimsizliğini gidermek için kurulmuştur.

Köy Enstitüleri gibi aydınlanma hareketini ateşleyecek bilimsel bir eğitim kuruluşunun kapatılmasıyla ortaya çıkacak olan bilimsel bir eğitim sisteminin ve güzel sanatlarla ilgili boşluğun yerinin doldurulması ve bilimsel doğruların sevilmemesi için halk, “dinsel dünya görüşüne” yönlendirilmiştir.

Köy Enstitülerinin kapatılışında asıl amaç; bilimsel bilgi veya (deneysel bilgi) ve sanatsal değerlere dayalı Atatürkçülüğü (=akıl ve bilimsel gelişmeyi) engellemektir.

Hurafe ve tarikatlara açık, dinsel eğitim kurumlarının hayata geçmesi; körinanca bağlı kalmayı daha canlı tutmaktır. Ve böylece, halkın sürekli körinanç anlayışına bağlı kalması ve bilimsel doğruları ve gerçekleri görmemesi için körü körüne inanç anlayışı yeniden pekiştirilmiştir.

Halkın; bu dünyadan daha ziyade, ölüm ötesi –öbür dünya– ahiret yaşamı, cehennem korkusu ve cennet vaadiyle aşırı surette ilgilenmesine özellikle dinci politakıcılar ve şeriat sevdalıları özen göstermektedirler. Halk, bu dünyadan ne kadar çok uzaklaştırılırsa politakıcının işi o kadar kolaylaşacaktır.

Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla; köylülerin hiçbir şey bilmemesi ve dünyadaki olup bitenden habersiz yaşaması için “obskürantizm” (bilmesinlercilik); köylülerin çağdaş doğrultudaki gelişmesini engellemek için de “obstrüksiyon” (engelleme) hareketi uygulanmıştır.

1938, Atatürk’ün ölümünden sonra iktidara gelen tüm politakıcılar tarafından, Türk köylüsünün çağdaş doğrultuda, hiçbir şeyi bilmemeleri ve uyanmamaları için her ne gerekiyorsa yapılmıştır. Üstelik köylü hayatının varlığını ortadan kaldırmak için de, köylülerimiz şehir merkezlerine göçe zorlanmışlardır.

Köylülerimizin bugünkü şehir macerası, Köy Enstitüleri’nin kapatılışıyla başlamıştır. Eğer Köy Enstitüleri gibi çağdaş eğitim – öğretim kuruluşları kapatılmasaydı, körinanç denilen koyu karanlık yobaz düşünce, toplumun içinde yer bulup yeşeremeyecekti. Çünkü toplum, bilimsel ve sanatsal düşünmeye alışmış olacaktı. “İnsanoğlunu, insanlaştıran” bilim ve güzel sanatlarla ilgili eğitim düzenidir. Bilimsel düşünen toplumlarda cinin, şeytanın, bağnazlığın, yobazlığın, mezhepin, hurafenin, uğursuzluğun, umutsuzluğun, karamsarlığın, muskanın, üfürüğün, dilek dilemenin, ruhun ölmezliğinin, düşsel ve önsel bilgilerin ve körinancın yeri yoktur. Toplumu bu bilim dışı anlayışlardan koruyacak ve aydınlatacak Köy Enstitüleri’ydi.

Köy Enstitüleri; insan yaşamını, deneysel metoda dayalı bilimsel bilgi ve sanatsal değerlere bağlayan ve bu dünya nimetleriyle mutlu etmeye çalışan, Rönesans hareketinin yaratmış olduğu “bilimsel dünya görüşüyle” kurulmuş olup; İnsan yaşamını; bilim ve sanatı dışlayan, deneye dayanmayan önsel verilerle düşsel bilgilere ve fizik ötesi anlayışa dayalı ölüm ötesi –öbür dünya- ahiret yaşamı ve mutluluğuna bağlayan körinanca yönlendirilmiş “dinsel dünya görüşünün” karanlığında çağdışı bir politikayla da kapatılmıştır.

>>>>Baştan okumak için tıkla<<<< 



Yorumlar - Yorum Yaz
Urgan

Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL