Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam83
Toplam Ziyaret758300
Hanifi Yıldız

Fotograf
Köşektaş Köyü Facebook Sayfası

En belirgin özelliği, benzeyeni benzetilene, benzetileni benzeyene, neredeyse istisnasız, yakıştırmasıydı.

Bu özelliğini her zaman, her yerde kullanmaz, ancak yoğun istek olduğunda, kimseyi kırmazdı.

Hatılsız Dana”, “Kavurga Süpürgesi”, “Tandır Külbesi”, “Katran Sürahisi”, “Kara Evraaç”, “Fırtınada Kalmış Lalek”, "16 cm'lik Sünger Döşşek", "Dadâlı Deli Ahmet""Haşarı Eşşek Çulu", "Eli Değnekli Tilki", "Sarı Mavin Çiçeği", "Cöseveli"

yaptığı kimi benzetmelerdi, yaptığı benzetmelere kimse alınmazdı!

Bir başka özelliği de, bir kimsenin yüzüne karşı başka, gıyabında başka bir benzetme yapmasıydı.

Bilgi hazinesi genişti. Yaptığı çoğu benzetmelerde bir dağ, bir nehir, bir kuş ya da bir çiçek adı mutlaka bulunurdu. İri yarı yapılı bir kimseye, “Hasan Dağı’nın Kartalı”, Almanya’dan beklediği eşi için kırmızı renkli, sarı çiçekli bir giysi giymiş, sevinçten içi içine sığmayan, “Bana ne diyorsun, Hanifi Ağa?”, diye ısrarla soran bir kadına, hemen orada: “Zank Dağı’nın Nevruzu” benzetmesi yapmıştır!

(*) Hemen hemen her gördüğünde, “Beni kime, beni neye benzetiyorsun, Hanifi Ağa?, diye, günlerce ve ısrarla soran bir kadın için ise, uzun bir süre sessiz kalmıştır. Ta ki konu komşu, “Etme, gitme, Hanifi Ağa, şuna hoşnut olacağı bir benzetme yap da; sen de kurtul, o da kurtulsun, biz de kurtulalım!” diyene dek:

 “Sana ne diyeyim: “Topaklılı Mastisin!”

Topaklılı Masti: Topaklılı Hamdi Ağa’nın anasıdır. Masti, işiyle, gücüyle, pişirdiği leziz yemekleriyle, misafir ağırlama becerisiyle, çevre köy ve kasabalardaki tüm kadınların gıpta ettiği, imrendiği, özendiği, hatta, 1919 yılında yapılan “Sivas Kongresi” sonrasında, muhtemelen Hacıbektaş’a giderken, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü ve beraberindeki heyeti, oğlu Hamdi Ağa’nın Topaklı’daki konağında ağırlayan, onlara kendi elleriyle pişirdiği leziz yemeklerden ikram eden, kadındır!

Topaklılı Hamdi Ağa: Geniş toprakları olan, işlerinde çok sayıda insan çalıştıran, konağında çok sayıda insan barındıran, yörede sevilen, sayılan, sözü dinlenen, misafirperver kimse.

(*) Nakleden: Necati Güneş

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası

Anasayfa

www.kosektas.net

Musa Kâzım Yalım • Örentarla'dan Köşektaş'a Hayali Bakış • 1950'li Yıllar


 Nereden bakılırsa bakılsın, doğanın Köşektaş’a çok cömert davranmış olduğu  
görülür. Tasavvuf inancına göre Tanrı’nın bir yansıması olan doğanın insanı 
en etkileyici anlarından güneşin doğuşu da, batışı da benzersiz bir 
güzelliktedir orada. Aynı şekilde ayın doğuşu. Güneş’in Kaçkaç’ın 
başından doğuşuna, Çataldağ'dan batışına; dolunayın Kıyın
Ardı'ndan büyüyerek yükselişine, herkes mutlaka
tanıklık etmeli!


KÖY ENSTİTÜLERİ


Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunu, dönemin canlı tanığı Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın kaleme almış olduğu, tamamı beş bölümden oluşan "Körinanca Karşı Köy Enstitüleri ve Türk Köylüsü" adlı yazı dizisini okumak için aşağıdaki bağlantı noktalarına bir kez tıklamanız yeterli olacaktır. Bilginize sunuyor, yaklaşık bir yıl önce aramızdan ayrılmış olan hocamızı özlemle anıyoruz!
kosektas.net


 Köy Enstitüsü Düşüncesi Neden, Niçin ve Nasıl Oluştu?
Köy Enstitülerinin Başarısı Türkiye'yi Kucaklamıştı ki 
Köy Enstitülerinin Kuruluş Amacı ve Metodu
Köy Enstitüleri Yıkılmasaydı Eğer...

Öğretmen Celalettin Ölgün'ün Yıllar Önce Kaleme Almış Olduğu: Köy Odaları
Öğretmen Hüseyin Seyfi'nin Çocukluk Anısı: Babamın Elinde Üç Pilli Fener
Şair Dr. Salim Çelebi`nin Çocukluk Anıları: Tandır, Tatlık ve Tumutma
Öğretmen Musa Kâzım Yalım'dan: Rüstem Şen Bir Öğretmendi
Öğretmen İbrahim Çöl'ün Gençlik Anısı: 19 Mayıs

KÖYÜMDEN MANZARALAR



Her göze görünmeyen ortak bahçemize böylesi çok koklanan bir karanfil sunmuş olmasından dolayı Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni
Tuncel Ölgün’e çok teşekkür ederiz!

TUNCEL ÖLGÜN

Eski bir deyim vardır: “Napoli`yi gör ve öl!” diye. Napoli o kadar güzeldir ki, ancak onu gördükten sonra farkedebilirsin yaşamın gerçek varlığını, anlamına. Biz ise; bulunduğunuz zaman ve mekan farkına aldırmadan, olduğunuz yerde gözlerinizi kapayın ve Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Tuncel Ölgün`ün "Köyümden Manzaralar" adlı yazıda çizmiş olduğu ovalı andıran dairenin etrafında,  kısa ve yavaş adımlarla, kısa bir tur atın ve öyle yaşayın demek isterdik: 

Köşektaş ve çevresi; gündüzün büyüleyici güzelliği, gecenin huzur verici sessizliği. Göllüpınarın Dere ve altından akan temiz su. Mayıs ortası ile haziran ortasını oluşturan zaman diliminde, Göllüpınar ve çevresini sarmalayan iğdelerin etrafa saldıkları o keskin ve aklı baştan alan koku: Koca Yol, Karşı Mahalle, Elmalık, Körçeşme, Ortaçeşme ve Köşektaş Kayası...

Eğer siz, böylesi bir dünyada benim de yaşanmış anı ve hatıralarım var diyorsanız, onları, kendi anadilinizin yazı boyutlarına bağlı kalarak, hayatını deve yetiştirerek ve taşımacılık yaparak sürdüren bir tüccarın bir serüvenini, insani bir açıdan, bir efsaneye dönüştürerek de renklendirebilirsiniz, sizinle her gün aynı rüyaları paylaşan insanları mest edecek nakaratlar haykırarak da. Tercih sizin. Siz, hangisi daha kolayınıza geliyorsa onu yapın. kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası 


Köyümden Manzaralar l Tuncel Ölgün l 2007 l Turgutlu

İşte yine düşler yolculuğundayım. Ne zaman köyümden biriyle konuşsam, ne zaman Köşektaş lafı geçse böyle oluyor. İçimden bir şeyler kopuyor ve o kopan şeyler “kayıp cenneti” bulma umuduyla alıp başını gidiyor. Konuşmalarım, davranışlarım, soluduğum hava, içtiğim su, sevincim, kederim birden Köşektaşlı oluyor.

Geriye kalan ben, ben değil artık. Özü gitmiş bir yabancı!

Kayıp cennete bir akşamüstü varıyorum.

Bildiklik veren eski bir arkadaş gibi karşımda Uçkuyu. Selam veriyorum Kızıltepe’ye, Örentarla’ya, Ahmetli’ye…

Ta Göllüpınar’a geliyor ebemin pişirdiği döndermenin kokusu. Belki de Sülüman emmilerde ekmeğin üstüne dökülmüş mercimekli pilav belki de Tevriz bacılarda eyalı nohut, Sohununoğulları’nda kabak cacığı veya Perdik bibimlerde çığırtma… Kimden gelirse gelsin sadeyağlı bir yemek burcu burcu kokuyor. Canı ne çekerse onun kokusunu duyuyor o an giden yanım.

Döndermeyi kocaman bir dürüm yapıp sırkıta sırkıta yeme hayaliyle eve giriyorum. Huzur verici derin bir sessizlik... Bir tarafta devramer çubukları yığılı. Diğer tarafta, ahırın kapısına yakın bir yerde geçgere ters çevrilmiş yatıyor. Kinitlerin bu kadar devasa olduğunu ahır kapısına baktığımda fark ediyorum. Duvara sokulu imbal, keci, gıyık, mıh… Zamanın neresindeyim? Gerçeklerle, hayal edip gördüklerim arasındaki uçurum ne kadar büyük!

Dürümü elime aldığım gibi doğru dışarıya. Bir cebimde gavurga diğerinde birkaç çir… Kapı önünde araba damı, yıkıldı yıkılacak… 

Çetenler geçiyor yoldan. Sap saman birbirine karışmış. Bir katır zorlanıyor arabayı çekerken. Çift koşumlu bir araba ve bu zavallının bir yoldaşı olsaydı işi kolaylaşırdı diye düşünüyorum.

Gencali emmiyle Selvi bacı kara katırla sarı katırı ıslık çala çala suluyor. İkisinin de yorgunlukları gözlerinden belli. Yaz günü durmak yok kimseye. Mercimek yol, ekin biç, sap saman çek, samanlığa yos, tınas at, düven sür, harman yerine sülahayla su taşı… Patozculara yemek götür. Çıkılarda topalaklı mı var yoksa gumpür cacığı mı bilinmez. Yanında kömbe olunca fark etmez zaten.

Akşam kızıllığında sığır geliyor… İnekler, önde köy boğasıyla köye dönüyorlar. Bizim inek nerede? Niye gelmedi? Aramalar, bakınmalar köşe bucak, dağ bayır, Elmalık, Suvalgın, Kıraç… Faydasız! Sanki yer yarıldı içine girdi. Hemen dedem ipini alıyor eline. Kurdun ağzını bağlayacak. Duayla üç düğüm atılıyor ipe. Artık bir şeycik olmaz ineğe! Neyse inek bulunuyor sağ salim. Kurt aç mı kalacak. Çözmek lazım ağzını. Yoksa yazık olur hayvana!

Hava giderek daha da kararıyor. Sesler bir bir çekiliyor sokaklardan. Şimdi duyulan sadece kemirçi kumürçü oynayanların bağrışmaları ve it ürmeleri. Bir köşede birkaç aşşık ilişiyor gözüme. “Çocuklar unutmuş olacak.” diyorum kendi kendime.

Cebimdeki gavurgalar bitmek üzere. Yedikçe yiyesim geliyor ala kararmış buğdayları. Çetene mi bu kadar tatlı yapıyor bu mereti!

Nereye gitmeli, ne yapmalı, kimi görüp hasret gidermeli bu vakit?

İşte, bu değil mi zaten bizi yerden yere vuran?  Neden yapacak bir şey yok? Neden eskisi gibi sokulamıyoruz sevdiklerimize? Neden hayallerimizle bulduklarımız örtüşmüyor. Biraz önce biz değil miydik hayallerinin peşinde koşan, biz değil miydik kokusuna, yoluna, suyuna, toprağına kurban olan? İşte tam karşında duruyor istediğin şey!

Yine de içimizde yerini yurdunu aylarca hatta yıllarca görmemiş bir gurbet kuşunun ürkek arayışı, her şeyi bir an önce görüp bir an önce özlem gidermenin aceleciliği var. Talazlı günlerde rüzgârın önünde savrulan keven dikeni gibi ne yapmak istediğimiz, nereye gittiğimiz belli değil.  Zaman ve mekân değiştirmede üstümüze yok.

Akşamlar zifiri karanlık ve ayaz. Kimi evlerde “Kimin eli üstte” oynanıyor “Adananın bayırına, cingan girmiş çayırına, anan baban hayırına, birer dumbuz vuralım mı?” sesleri arasında.  Zıllıyor altta kalan. Kimi evlerde ise yaz günü olsa da tatlığın altına oturulmuş metel atılıyor. Tepeligöz masalları anlatılıyor. Çocuklar dipsiz kuyulara atılıyor. O saatten sonra ne tandırlığa gidebilirsin ne evliğe ne de helâya! Acaba başka yerde korkunun bu kadar zevk verenini var mıdır?

Elma kokulu odada yatarken mağdaki cerekleri sayıyorum. Duvarda asılı çıra en küçük ıramada sönecekmiş gibi yorgun bir ışık saçıyor. Amansız yorgunluk hayalleri bile uyutuyor.

Gün aydınlanıyor. Ben, ala uykulu, günlerin neden bu kadar erken başladığını anlamlandırmaya çalışıyorum. Ama bir taraftan da ilk defa bu kadar dinlenmiş olarak uyandığımı fark ediyorum.

Dedem sülahayı heybeye yerleştiriyor. Kullepe zincirle bağlı eşek yerinde durmuyor, depiği attı atacak. Su calpalanıyor. “Dede, yeter çalıştığın! Artık kocadın!” diyorum. “Sen de beni cilis kocattın. Kızıltepe’de üç beş horum mercimek kaldı, ben pürüşüklük edersem onları kim getirecek?” diyerek katılmıyor fikrime. Bu kadar enerjiyi nereden bulduğuna şaşıp kalıyorum.

Tandır çoktan yakılmış. Ebem, bir elinde kössa, çıdırgı atıyor ateşe. “Çömlekte apahla var. Tandıra vuracam bisaal. Ahşama horantaca yerik.” derken bir taraftan da terekteki sızgıt kabını gösteriyor bana: “Hindi sana sızgıtlı bi dürüm yaparım, yersin.”  

Ne kuru fasulye ne dürüm.  Doyasıya “eskiye özlem” yiyeceğim!

Ebem, durmadan; dalım, yaarnım, böğrüm, her yerim ağrıyor diye söyleniyor. “Elleham yorgunluktan.” diyor kendi kendine. Ama elindeki helkeyle su taşımaktan da geri durmuyor.

Bir tarafta culuk bir tarafta gurk, cücükleriyle havluda dolaşıyor. Bir kedi çıkıyor düğürcük çuvalının ardından. Cıngıllıdaki çalkamacı yokluyor. Yeni gunnamış, memekleri sarkıyor. “Bıldır üç eniği vardı gâvurun.  Bayahtan saydım, bu sene dört dene! Şirahnenin dibinde yatıyorlar!”  diyor ebem. Kedileri sevmediği belli!

“Dabızalık etme sen de dedenle git tarlaya.” diyor gözeri duvara asarken. “Burada dışlığın gelmez!” “Bu kadar eringeç, olunur mu gadasını aldığım!”

Kulbeye arkam dönük tandırın başına dızıkmış oturuyorum.  Duvara asılı çömçe ve yerdeki evraaç unutulan dostlar gibi karşıma çıkıyor. Yağlı gilik, yumurtalı veya kuru pendirli işliçörek yediğimiz zamanlara gidiyorum hayıflanarak.

Sırtım gicişiyor. “Sen de aldın samandan nasibini.” diyorum kendi kendime geçen zamanı düşünürken.

Yine gidip gelmeler. Neredeyim, köyümde mi? Hangi senede, hangi duyguları yaşıyorum?

Bu yaz gününde sıcaklar içinde kâbuslara mı boyun eğmeliyim yoksa püfür püfür esen köyümün sararmış hatıralarını mi kovalamalıyım?

Tabii ki hatıralar!

Yeniden Göllüpınar başındayım. Gölün içinde bir at arabası, tahtaları şişsin diye bırakılmış. Koca koca kazanlarda hedik kaynatılıyor. Elma koparıp gelmişim kazanların yanına. Bir taraftan avuç avuç hedik yerken bir taraftan elmamı közlüyorum. Yukarıda gözü bağlanmış bir eşek seteni döndürürken biraz önce sahibinin seartleye seartleye getirdiği başka bir eşek küllükte ağnıyor sırasını beklerken.

Bir tarafta kabukları kolayca soyulan sıcak elmanın mis kokusu diğer tarafta dere kenarındaki iğdelerin kokusu. Dereyi hotluyarak geçiyorum. Bir zamanlar tutmaktan zevk aldığımız gurbalar gömüklerin üstünde bana bakıyor.

Derenin içinde iki çocuk... Alttan geçen temiz suyun başında ağlaşıyorlar. Birinin burnu kanıyor diğerinin şıkkırı çıkmış ayağından. Oraya nasıl indiler, yoksa inmediler de düştüler mi bilinmez! Köyün gençleri çıkarıyorlar oradan yaramazları!

Karşı’ya yöneliyorum. Uzaklık hissi veren geniş tarlalar içindeki evler yeşil bahçeleriyle adeta çölde vaha görünümündeler. Ekiz Emmi’nin heliği bol tarla duvarı kuşların mekânı olmuş. Her delikten başka bir kuş cücüğü sesi geliyor. Telekleri savrulmuş susanın üstüne. Karşısı ebemlerin evi. Kapıda duran mavi BMC camiye toprak, kevek taşımaktan yorgun yatıyor. Bahçeden binbir türlü ses geliyor. Kırımlının uşağı toplanmış, kimi mengeneyle bir şeyler sıkıyor, kimi kuyunun kapağını kaldırıyor, kimi havuzda çimiyor, kimi de ceviz dalının dibinde havuzdan çıkardığı göldereni gurtluyor. Kalabalıklar içinde ebem yine telaşlı. Kırmızı sitillerken garıklara “Kele uşahlar ızık dölek durun! Gayrı gafam gotürmüyo.” diyerek son vermeye çalışıyor torunların gürültüsüne.

Sevim yengem dış odada Almanya’dan getirdiği kıyafetleri dağıtıyor büyük küçük herkese. Uzaktan, duvardaki takvimli Alaman saati dikkatimi çekiyor. Saat 12.30. Ama tarihi bu mesafeden öğrenmek mümkün değil!

Düven sürenlerin, tınas atanların sesi geliyor belli belirsiz. Cami yapımı için açılmış çukur, kevek taşlarıyla çevrili. Ustalar ellerinde çekiç ve keskilerle taş yontuyorlar.

Recai ile Gökdal, Halepçi’lere doğru gubuz atıyor. Ortaokulun duvarını tamir ediyor Müresel ağabey. Bu sırada Ebedamı’nın arkasından geçen bir koyun sürüsü ortalığı tozu dumana katıyor. Hıhakları dökülüyor sağa sola. İtlerin yavuzluğundan ve boyunlarındaki tokadan sürünün Niyazi ağabeye ait olduğunu anlıyorum.  Elma ağacından yapılmış, hafif karartılmış değneğini ustaca kutelemesine hayret ediyorum. Bir ara duraklayıp Cemil Ağa ile konuşuyor. Niyazi ağabeyin anki duruşu bir kaymakam karşısında duruşundan farksız!

Türkü mü duyuyorum, yoksa bir uğultu mu? Hayır, doğru duymuşum. Altan, neredeyse eşeğin arka ayakları üzerine oturmuş türkü çağıra çağıra köye gidiyor. Hasan emmimin Mustafa “Nereye gidiyon Altan?” diyor. Altan, o an türkü söylemeyi bırakıp konuşuyor gözlerini kıyıştırarak: “Halim’den kirpit alacam, beni avara etmeyin!”

Uzaklarda Elmalık… Adeta “Köşektaş Ormanı.” Ne ararsan var: Elma, armut, zerdali, ceviz hatta fındık. Gitmeye erinmezsen İrebec’in pa’sını bile görebilirsin. Hatta Ertan’la, Hayatı’yla, Elmalık’a piknik yapmaya giden Emrullah emmiyi bile…

İlginç bir adamdır Emrullah emmi. O sizi çoğunlukla göremese bile siz onu her an görebilirsiniz! Çayına beyaz taş atıp karıştırttıklarında, şekere, çaya hatta şeker fabrikalarına ettiği küfürü; piknikte kendisine ikram edilen, ilk önce beğenmeyip kutelediği daha sonra yanındakilerin aynı kemiği ısıtıp getirdiklerinde “Ha işte et didiğin böyle olacak! Südünü bilmem ne ettiklerin bayahtan bana guru gemik getirmişler!” deyişini bile duyabilirsiniz.

Solda, enine cızı çekilmiş bahçeler görünüyor. Duvar diplerinde kerme kayılı evlerin önünden geçiyorum. Yere düşmüş çörteni tamir etmeye çalışan Aşşık Emmi’yi söyletiyor birkaç kişi. “Emmi, sana Halil emmilerin oradan biri ‘Aşşık! Aşşık!’diye bağırmış öyle mi?” Aşşık emmi cevap veriyor kendisini Aşık diye bağırıp kızdırmaya çalışan Bilal dayımı kast ederek: “Evet, o taraftan adı bizim oğlanın adına benzer birinin ürdüğünü duydum!” 

Çocuklar yerdeki dambaşı tuvallağının üstüne oturmuş lastik sapan çatalı yapıyorlar. Yoraklar çoktan hazırlanmış. Püs toplamışlar ağaçlardan, ne yapacaklarsa! “Ne vuruyorsunuz?” diyorum, güvezi mintanlı cevap veriyor: “Alasahça, delice, sığırcık ne olursa… Etleri de yenmez ya…Norelim!”

Gözü kapalı eşeğini zapt etmeye çalışan Gani emmi iki tekerli arabasıyla yanımdan hızla geçiyor. O sırada harman yerinde çatlamış ellleriyle, patateslerden gözlük yapmaya çalışan Maser emmi sesleniyor “ Gani emmi! Sen o eşşa anca İsmail Sivri’nde durdurun!”

Küçükken evler daha mı büyüktü, pencereleri daha mı genişti! Sivri, Sığıryolu, Suvalgın, Acerbağ bu kadar yakın mıydı? Yoksa hiç istemediğim halde ben mi büyümüştüm! Evet, istemiyordum büyümeyi. Büyümek köyü terk etmekti bir anlamda. Gülhas’ın çeşmesinde hafta tummaktan, kıraçta gelaan tutmaktan vaz geçmekti. Büyümek, alıç toplayamamak, kusküçle çiğdem kazamamaktı.  Ne olmuştu büyüyenler? Geride çaresiz, sahipsiz bırakmak zorunda kalmışlardı eski köy okulunu, süt damını. Köşektaş taşına, yavrusuna hasretlerini sadece fotoğraflardan gidermeye mahkûm olmuşlardı. Bu muydu büyümek? Büyümek, neden hep Köşektaş’ı terk edip gitmek ile aynı tutuluyordu!

Düşüncelerimden, duyduğum gegirme sesiyle sıyrılıyorum. Gegirme değil sanki gök gürültüsü!  Sesin, duvarının dibine, duldaya oturmuş Kiraz ebeden geldiği besbelli.

İlerlemeye devam ediyorum. Sol tarafta mezerlik belli belirsiz. Kimi sağa yatmış taşların kimi sola.   Yaklaştıkça daha da büyüyorlar.  Gıyışık kapıdan içeri giriyorum. Ölümün kaçınılmaz son olduğu geliyor aklıma. Bir bir aramızdan ayrılanlar… Köşektaş’ı Köşektaş yapanlar… Deli Memmet’ler, Aliağa’lar, Kel Koca’lar, Mükür’ler, Kelik Derviş’ler, Milli Musa’lar… Ölecekler diye düşünülmüş müydü hiç. Belki ölüm yakışıksız bir kavramdı onların isimleri yanında. Ama ne yazık ki ölüm Köşektaşlı’yı da affetmiyor!

Bir an önce uzaklaşmalıyım ölümden. Zamanı değiştirmeliyim. Başka zaman, başka yer bulmalıyım.

Hürüç bir elinden Köksal, diğer elinden ikizler tutmuş postahaneden geliyor.  İkizler mayıl mayıl bakarken sağa sola paylaşamıyorlar analarının elini.  Adnan memilisini devre giymiş, diğerinin elinde sormuk şekeri... Kız daha cingiş! Köksal: ”Babam Almanya’dan mektup gonderecadi! Ona bahtıydık.” diyor umutsuz bir şekilde.

Dereyi mezerliğin yanındaki köprüden bu sefer tersine geçip tekrar köye yöneliyorum. Boğa damının yanında, saçı sakalı birbirine karışmış, yaz gününde palto giymiş biri yatıyor. Bir elinde yakılmamış bir sigara diğerinde ekmek parçacıkları. Yaklaşınca Sarılar’lı Üzeyir olduğunu anlıyorum. Biraz korku biraz merakla yaklaşıyorum yanına. Hiçbir hareket yok, uyumaya devam ediyor. Ne yer, ne içer, neden bu haldedir bilinmez.

Körçeşme’nin başında kadınlar… Kimi sifirli kazanları yıkıyor, kimi tokaçla yünleri. Bir çocuk ağlaması geliyor uzaklardan. Tıngırın içindeki afacan, anası suyu döktükçe feryadı basıyor. Ana değil sanki analık! Bir taraftan da cimcikliyor oğlanı: “Sus! Bünelek dutmuş mal gibisin! Gırmaşma!”

Camiden bir ilan duyuluyor belli belirsiz: “Allahını seven moturunu alıp gelsin. Kartalkayası’nda tarlalar yanıyor! Allahını seven gelsin..!”

Dearmeni kapatıp, konşuya anası Anşılık’ı aramaya giden Burhan ağabey hemen yorumunu yapıyor: “Bir çıngı yeter yüz evlek yere goçum!”

Bir kalabalık yaklaşıyor yanıma. Kimi dümbelek çalıyor, kimi kartala gidiyor. Rengârenk astaplar içinde ev ev dolaşıp ohuntu dağıtıyorlar. “Cuma’ya bayrak kahıyor, buyurun gelin.” diyerek şahbazca uzaklaşıyorlar yanımdan. Onlardan geriye sadece, elime tutuşturdukları şeker, fıstık, püsküyüt ve lokum kalıyor.

Hani kevrek lohum yerdik ya, o anlar karşımda şimdi. Bir kevrek bir lohum, üstüne bir kevrek bir lohum daha… İşte apartman sana.  Zaten ne isterdik ki başka. Guççücük şeyler yeterdi ağzımızı tatlandırmaya. Biraz yaz helvası, olmadı haside, tumutma… Yok yok incir yağlaması…

Çelik oynayanların “Saaağ!” diye bağrışmalarını duyuyorum. Kızlar cimcicik oynuyor çevrelerine kayıtsız. Yirik dudaklı bir çeltek adeta Öküzarhacı’nın bütün tozunu yutmuş halde yanımdan geçiyor. Bir taraftan işmar ederken kızlara bir taraftan da köpekleri kişkiriyor sağa sola. Eşref emmi bağırıyor çelteğe gözlerini petleterek “Oğlum dölek dur.” diye.

Orta çeşmenin başında sarı Ford kamyonu yıkıyor Oğuz ağabey. Aşağıdan davlaşma seslerine benzer sesler duyuyorum. Yaklaştıkça bu seslerin bir düğünden geldiğini anlıyorum. Herkes bir güzel donanmış. Önüklü kadınlar yardım ediyorlar pişen yemeğe. Kemal Usta rakı molasında. Donatılan deve de yorulmuş olacak ki başı bir yerde gövdesi bir yerde dinleniyor. Gövdeden boğuk bir ses yükseliyor: “Bu merdiveni nerden buldunuz! Izıh daha durursam bunun altında çot galacam valla!” Gülüşmeler harekete geçiriyor abdalları. Başlıyorlar çalmaya. Ağırlama, allılar, üçayak birbirini kovalıyor. Ama en çok duyulan “Köprüden geçti gelin” ezgisi. Aralarda hep bir ağızdan: “Köprüden geçti gelin / Saç bağını açtı gelin / Ben senden geçtim amma /  Sen benden geçme gelin.” dizeleri söyleniyor.

“Anasından kelleli!”, “Bibisinden gıremse!”, “Emmisinden iki metre zincir!” Gel de geç, geçebilirsen!

Öz tarafından gelen zibil yüklü at arabası ortalığı kokuya boğuyor. Pek de yadırgı değilim aslında bu kokulara. Ne de olsa tezek yakmışlığımız, kerme gaymışlığımız da var bir süre.  Töllüce bir ev ilişiyor gözüme. Sekide iki kadın seklem çuvalların üstüne oturmuş uğrun uğrun konuşuyorlar. Şibidikli olan komşusunun sümdüklüğünü anlatıyor yağlığını düzeltirken. Diğeri arada bir “Le mi!”, “Zaar ki” diyerek komşusuna yaranmak için alaşalanıyor.

Küççük Gelin ebem kapının önünde oturuyor. Gözlüğü don lastiği ile arkadan bağlanmış.  Hacımmet emmim, Mahmut emmim ve Halil dedem ziyarete gelmişler. Ebem eline guyruhluyu alıp içeriye yöneliyor. O yaşta uşahlarının karnını doyurmayı aklından geçiriyor zaar.  Hacımmet emmim ”Ana zahmet etme. Zabanan Dudu ekmek kevretti, onu yedik ağamlarınan.” diyor. Mahmut emmimin aç olmadığı, birinci üstüne birinci tellendirmesinden belli. Bir taraftan Orhan dayıma dalını üfeletirken bir taraftan da burnuna çektiği enfiyeyi cebine koymaya çalışan dedem “Kuzum neaziyon burda? Kolen olurum senin.” diyor bana.

Yukarıdan sallana sallana gelen Sıtkı’yı fark ediyorum. Karşılaştığı Keviş’in Omar’a pambıklı soruyor. Keviş’in Omar bir taraftan mavzerini düzeltirken bir taraftan da cevap veriyor: “Nayın Sıtkı! Nayın!”

Maaşını alıp alamadığı, maaşına zam gelip gelmediği konusunda Selim emminin kendisine sorduğu soruya verdiği cevabı hatırlıyorum gülümseyerek. “Alim eme marh deal boh deal. Assam ne olu, almasam ne olu!”

Bir de Bilal dayıma gönderdiği hayali mektupta yazdıkları geliyor aklıma “Kolum gırıh. Odun gıramıyom, Durumum durum deal ibim çocuk! Biraz marh gönde!”

Memmet Emmi’nin dükkânına varıyorum. Ben içeri girince Pempe bacı ekmek sulamaya gidiyor. Torunu Güner küçük yaşına rağmen tezgâhta. Karşısına, mahata oturuyorum. ”Nahas geldin köye?” diyor. Dedesinin Hacıbekteş’ten yeni getirttiği ve daha önceden yarısını yedikleri bostandan gınısayla keserek bir dilim uzatıyor bana “Icık yi la, İdris emmiye ısmarış ettiydik, bayahtan getirdi. Batmanı beş liraymış. Bek keleş dadı var.” diyerek.

“Sen de ye.” diyorum. “Ben kunde yiyorum, bu yaz bıktım zepzeden, meyvadan.” diyor.

Biraz konuştuktan sonra dışarı çıkıyorum. Niyetim Köşektaş Taşı’nı görmek. Aşağı doğru yürüyünce duvarların arasından kocaman bir kaya kütlesi çıkıyor karşıma. Sanki oraya ait değilmiş gibi… Aklıma anamın Köşektaş Taşı ile ilgili: “Çocuğu olmayan kadınlar bu taş etrafında dolaştırılırdı ve geceleri buradan ağlayan bebek seslerinin geldiği söylenirdi.” demesi geliyor.

Yavrusu anasından daha küçük bir taş kütlesi. Anasından, yuvarlanarak uzaklaştırılmış! Sanki bu ayrılıktan dolayı, üzerine taşla vurunca “çin!, çin!” diyerek acısını dile getiriyor.

Salif emmi, dışarıdaki araba okunun üstünde zıplayan çocuklara çıkışıyor. Aşağıya doğru yürümeye devam ediyorum. Necati eşeğin üstünde, Yener arkasında koyunları götürüyorlar yazıya. Sülüman’ın Memmet duvardan çıkıntı şeklinde bırakılmış taşın üzerine gardaşı Yasin’le oturmuş. Mahallenin gençleri, Hanifi, Ekrem, Özer, Sohu duvarı bıçakla kazıyarak bir şeyler yazıyorlar. Bu sırada Patanah Öner de “Oğlum elini ağzından çek, yeni tohluları elledin!” diyerek Yasin’le lalanıyor.

Ebem söylene söylene Gussün bacının yanına gidiyor. “Anam bacım kimse yumuş dutmuyo! İki cendermeye ızıh şu çuvalın ucundan dutun dedim. Naadar dabızalarımış. Deze biz gorevliyik diyip gittiler.”

Hamdi ağabey yaklaşıyor yanıma. İnce, nazik bir sesle “Sen arkadaşım Anşa’nın oğlu musun? Baban, anan nasıl?” diyor. Cevabımı beklemeden Salif emminin azarladığı ve aşağı doğru kaçışan çocukları göstererek: “Yüz dene koyunu bi deynekle güderim ama şunlar gibi iki bebeyi güdemem valla! Bunların demşekliği yıldırır insanı” diyor.

Çocukların bağrışmaları uyarıyor bilincimizi.

Yine uyanış… Gerçek zamanın olumsuzluklarıyla baş başa kalış... Ne tam olarak girebiliyoruz arzuladığımız zaman dilimine ne de tam dışına çıkabiliyoruz. Ne tam Köşektaşlı kalabiliyoruz ne de tam uzaklaşabiliyoruz.

Rüyalarımızda olduğu gibi gidip gelmiyoruz ama yine de o köy bizim köyümüz. O köy, nerede olursak olalım hayallerimizin değişmez mekanı…

Yeni geri dönüşlerin avuntusuyla kabulleniyorum şimdiki zamanı…

Umarım başka bir zamanda yine doyasıya Köşektaşlı olabilirim.


Kimi sözcükler Köşektaş'ta telefuz edildikleri şekilde yazılmıştır!

Köyümden Manzaralar l Tuncel Ölgün l 2007 l Turgutlu


Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası'nda yer alan metin, resim, fotograf gibi tüm içeriklerin hakları asıl sahiplerine aittir! Söz konusu bu içerikler, sahiplerinin rızası olmadan, matbu ya da dijital, başka ortamlarda kullanılamaz!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


www.kosektas.net|İletişim: kosektas@kosektas.com| Son Güncelleme: 03 Nisan 2025
Çocukluğumda, Deliağanın evinin bulunduğu bu küçük tepeciğin ötesine, kuzey yönündeki uçsuz bucaksız ovaya hiçbir zaman gitmemiştim. O ova bitmez tükenmez gibi gelen buğday tarlaları, Sadık Köyü’ne ve ondan daha da ilerideki göçmen köyü denilen yere, ovanın puslar içerisinde belli belirsiz görünen sınırına kadar uzanırdı. Upuzun kavak ve söğüt ağaçlarının kümelendiği bir yeşilliğin tam ortasında yükselen höyüğü bu yaşıma kadar hep merak etmişimdir.
23.03.2025
Her yerde bir kartalkayası vardır. Bizimki hepsinden sıcak ve yumuşaktır. Güneşin Kartalkayadan doğduğu zamandı. Sabahları sırtlarında bütün kitapları. Küçücük dev sanılan adımları… Okula ilk gelmenin ilklik heyecanı, coşkusu… Güneşle ısınan ve ısıtan duygu… Ana yüzüne ilk gülüşteki ananın mutluluğu. Derste nasıl bulduklarını hâlâ anlayamadığı hep birlikte öğrenme arzusu… Nerden ve nasıl oluştu. Ya da nasıl oluşturuldu. Sabahın güneşi yalarken karşı bağın zerdalilerini, ısınır derslerimizdeki kabarmış bilgi açlığı… Yeniden açmış doğa. Tüm cömertliği ile yeniden oluşur börtü böcek ve çiçekler. Toprağa karışmış, gerinir kirpi ve tosbağalar. Kıdemli toplama kampı gözcüleri yercüğürceler. Oradan buraya kayarken kuyruğunu kaybeden diyetçi kelenkesteler.
23.03.2025
Uzun geçen kış mevsiminin sonunda, hasretle beklenen bahar, köyde yüzünü gösterdi. Güneş çıktı. Üşüyen toprak biraz ısındı. Toprağın üstünde üç aydan beri bekleyen kar erimeye başladı. Kar eridikçe toprağın üstü açıldı, toprağın ıslaklığı geçti ve eriyen karın altından önce kardelenler, sonra sarı çiğdemler toprak üstüne çıktı.
14.03.2025
Köşektaş, Kapadokya dairesi içinde, Avanos’a 35, Hacıbektaş’a 20 km. uzaklıkta şirin bir köy. Henüz beş altı yaşındayım. Evimizin arkasında, bir karış tozu olan yolda, yaşıt birkaç çocuk birlikte oynuyoruz. Önce derinden, sonra gittikçe yaklaşan metalik bir gürültüye dikkat kesiliyoruz. Gürültü şiddetini artırınca korkmaya başlıyoruz. Bu sırada, benden iki yaş büyük ablam, nereden aklına geldi bilmiyorum, “Teççel meççel”, “Kaçın, teççel meççel gelmiş.” diye bağırınca, her birimiz, bir tarafa dağılıyoruz. Ben, doğru samanlığa kaçıyorum. Kalbim, küt küt vuruyor. O sırada ablam yetişiyor. Bu kez de, “Kardeşim, dünya batıyor. Önce çocukları götürecekmiş teççel meççel, sonra da büyükleri.”
04.03.2025
Kitaplar, hayatınızı zenginleştirir, yaratıcılığınızı geliştirirler! Kitaplar, iyi günlerde coşkunuzu artırır, zor günlerde size umut aşılarlar! Kitaplar, karanlık günlerde adeta bir fener görevi görürler, yolunuzu aydınlatırlar! Okumak ve yazmak, sadece başkalarıyla iletişim kurmanızın bir yolu değil, aynı zamanda kendinizi geliştirmenin de bir yoludur. Merak, ona bağlı olarak da bilgi arayışı, yalnızca yaşama dair bakış açınızı genişletmekle kalmaz, aynı zamanda, iyi zamanlarınızda coşku, zor zamanlarınızda yaşama tutunmanızı sağlar! Hayatınız boyunca okuma açlığınızı gidereceğine inandığınız kitaplardan satın alın! Çünkü kitap satın almak; size umut verir, sizi mutlu eder, enerjinizi harekete geçirir, çocuklarınıza miras bırakabileceğiniz bir kütüphane oluşturmanızı sağlar.
19.02.2025
Köşektaş Köyü benim anılarımda önemli bir yer tutar, çünkü orada yaşadığım her bir anı, ömrümü oluşturan karelerin birer parçalarıdır. Onları unutmam, yaşamımdan silip atmam söz konusu olamaz! 1968 yılında kurulan „Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin“ yöneticileri her ne kadar takdire şayan çalışmalar başlatmış ve yürütmüş olsalar da, yaşadıkları maddi sıkıntılar nedeniyle, ortaokul binasının inşasını başlatamamışlardı. Ortaokul binasının inşası için gerekli olan tüm hazırlıklar tamamlanmış, hatta temel atılmış, ancak bina yapımına başlanamamıştı.
17.02.2025
1930’lu ve 1940’lı yıllar Türkiye’de, eğitim ve öğretim alanında, değişim ve yeniliklere, her zamankinden daha fazla eğilinen, Köy Enstitüleri’nin inşa edildiği yıllar olarak bilinir. Tüm bu değişim ve yenilikler kapsamında, ilköğretimi tüm köylere ulaştırmak ve böylece köyleri çağcıl bir yaşama kavuşturmak amacıyla da çeşitli etkinlikler gerçekleştirilmiş.
10.02.2025
Köye ortaokul yaptırma fikrinin ortaya atılmasındaki amaç, köylünün halklaşma bilincini ön plana çıkararak, köydeki eğitim süresini beş yıldan sekiz yıla çıkarmak ve böylece, yerinde verilecek eğitim ve öğretimle, Köşektaş Köyünü daha da aydınlatmaktı. Bu fikri ortaya atanlar, o yılların Nevşehir Valisi Eşref Ayhan ile Nevşehir Milli Eğitim İl Müdürü, Köy Enstitüsü mezunu Musa Eroğlu beylerdi. O yıllarda, Nevşehir ili sınırları içerisinde bulunan herhangi bir yerleşim birimine bir ortaokul binası inşa edilmesi düşünülüyordu. Bunun için en uygun yerleşim birimi, Eşref Ayhan bey için de, Musa Eroğlu bey için de, Köşektaş Köyü idi. Çünkü Köşektaş Köyü halkı, ilkokul sonrası eğitime olağanüstü ölçüde önem veriyor, bu alanda diğer yerleşim birimlerine oranla açık ara önde gidiyordu.
10.02.2025
Asıl adı, Mükremin idi ama insanlar bu kadar teltik, uzun adı söyleyemediklerinden, Mükür adıyla anarlardı. Gerçek adını belki kendi bile unutmuştu. Soğan yemez, evinde bulundurmaz, yiyenin yanında bile durmaz, derlerdi. En çok da soğanlı şakalarla karşılaşırdı. Eli uzdu, bozulan kapı “Firek”lerini, anahtarlarını ilkel bir biçimde onarırdı. Turhan yayarken yağın olmaması üzerine: “Ya ayranı olduracağım ya da basa basa dolduracağım!” dediği bugün bile anlatılmaktadır. Derler ki; en büyük arzusu, Kayseri’yi bir kez olsun görmekti, ama göremeden öldü. Mükür'ün anlattığı olaylar aslında biraz abartılıdır. Abartmasının nedeni de anlatımı güçlendirmek içindir. Köyümüzde Mükür ile ilgili çok öykü anlatılır, tesel getirilir. İşte bunlardan bazıları.
06.01.2025
Tartışma kaldırmaz bir gerçek: Yaşadığımız çağ, endişe, korku, kafa karışıklığı, kutuplaşma, kurum ve kuruluşlara yönelik güvensizlik çağıdır! Bilgi tarafından boğulmuş, ancak bilgelikten yoksun bir dünyada, öteleme ve ayrıştırma belirleyici duygu haline geldi. Despot ülke idarecilerinin sahte vaatleri, yarattıkları içi boş kahramanlıklar, korku ve algılar, sıradan insanları milliyetçiliğe, sorumluluk ve sorgulama bilinci olan insanları da, siyasi faillik endişesi içinde, çaresizliğe itti!
06.01.2025
 1 
Köşektaş Hikayeleri

Köşektaş'ta altına bakmadık
taş bırakmadık!

Celalettin Ölgün

Yazıya yansıtılan hikayelerin eğlendirici niteliği yanında bir de bilgilendirici gücü olduğu herkesçe bilinen, tartışma kaldırmaz bir gerçektir. Aracı da, amacı da Köşektaş ve Köşektaşlılar olan Celalettin Ölgün hikayeleri, gerek yazım biçimiyle, gerek anlatım tarzıyla, gözlerimizi kendi öz benliğimize çevirmemizi, kendi kendimizle buluşmamızı sağlayan en kısa yoldur!

kosektas.net

Eski yıllarda davullu, zurnalı, köçekli, ince sazlı düğün yapmak herkesin altından kalkacağı iş değildi. Böyle düğünleri ancak varlıklılar yaparlardı. Elinde avucunda olmayanlar ise, kimisinin “cin düğünü”, kiminin de “ennecin” dediği, yalnız “tef” çalınıp, kadın ve kızların kendi aralarında oynadıkları, erkeklerin geriden seyrettikleri, düğünler yapardı.

Almancıların markları göndermeye başladığı yıllara değin Köşektaşlı hep böylesi düğünler yaptı. Varlıklı kişinin oğlunun düğünü de cin düğünüyle olacak değil ya. Onların düğünü, o yılların en gösterişli düğünü oldu. Boyunlarına kora denilen ziller, koşumlarına göz değmesin diye iri iri mavi boncuklar dikili atlar koşulmuş arabalarla, Köşektaş kütüğüne kayıtlı olmasına karşın Hacıbektaş’ta ikamet eden Davulcu Ferzi, Zurnacı Kulebi ustalarla birlikte Engel köyünden seçkin çalgıcılar getirtildi. Nereden bulunmuşsa, Acer Harman Yerine, belki de yatak yükleri altında saklanan, eski yörüklükten kalma çadırlar kuruldu. Davul, zurna, köçek eşliğinde Kelik Dervişin peşinde kadınlar kartala gittiler, Turnam oyunu eşliğinde, ev ev dolaşıp, tüm köy halkını düğüne davet ettiler. Üç gün boyunca dışarıda davul, zurna, odada saz, keman, Zeynelabidin cümbüşü ve dümbelek çaldı, çalgıların önünde köçek oğlan oynadı. Hatta Belbaraklı Lomen ile Yahya’nın Ali, kaşıktan yaptıkları kukla bile oynattılar. Anlatılanlara bakılırsa; o güne dek yapılan düğünlerin en görkemlisi oldu, gelin çıktı, düğün bitti.

O yıllarda varsıl, yoksul yaşantısı arasında fazla bir fark yoktu. Varsıl da yamalı şalvar giyer, eti; bayramdan bayrama, ya da herkes gibi koyun, kuzu hışırlarsa ya da deneleme sonucunda ölürse, yerlerdi. Kışın, odasında ocak ya da sobada tezek, kerme yakardı, belki de ısısı ve kokusu fazla olan koyun kermesi yakardı, yoksullardan farlı olarak.

Düğünü izleyen günlerin birinde; yeni gelin, dışarıya ahırdan çıkarılmış gübreyi yalın ayakla çiğneyip tezek harcı yapmaktadır. Her yanına ahır boku yapışmış, eli ve ayakları pislik içinde kalmış durumda; düğününde zurna çalmış, Fevzi usta, kim bilir ne amaçla oradan geçerken, özenle çaldığı zurnaya, verdiği emeğe acımış olmalı ki, geline bakıp dayanamamış:
“Ah! Senin için koygun koygun çaldığım zurnalar!”

Kerme:Tezek.
Zeynelabidin cümbüşü: Metal Tambur.
Koygun: Etkili, dokunaklı, içli.