Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam238
Toplam Ziyaret789386
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ

Muzaffer Şen - Paşa


♣♣♣ Muzaffer ağabeyi kaybetmiş olmanın üzüntüsü içerisindeyiz! ♣♣♣

İstanbul 20. Noteri Muzaffer Şen (Paşa)'in 7 Aralık 2011 Çarşamba günü sabah saat sekiz sularında hayatını kaybetmiş olduğunu büyük bir üzüntü
ile öğrenmiş bulunmaktayız. Kendisine ebedi istirahat, kederli
eşine, çocuklarına ve yakınlarına baş sağlığı dileriz!
kosektas.net
  
Muzaffer Şen
1946 - 7 Aralık 2011 İstanbul
Saygıyla Anıyoruz!

Muzaffer Şen Kimdi?

1946 yılında Köşektaş'ta doğan Muzaffer Şen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinden, 1971 yılında mezun olduktan sonra, Kozaklı Noteri olarak çalışmaya başladığı 1978 yılının Ağustos ayına dek, avukat olarak çalıştı. İzleyen yıllarda, Kırşehir ikinci ve İstanbul yirmi dokuzuncu Noterliklerinde görev yapan Muzaffer Şen, 01.11.1995 tarihinden itibaren, emekli olasıya dek, Bakırköy yirminci Noterliği görevini yürüttü. Her nerede olusa olsun sayılan, sevilen, yurtseverliği ve yardımseverliği ile tanınan Muzaffer Şen, evli ve üç çocuk babasıydı. Muzaffer Şen'in naaşı, 08 Aralık 2011 Perşembe günü Köşektaş'ta defnedildi. Işığı ve toprağı bol olsun!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası




 Öğretmen Suzan Şen Şeref'in, yaklaşık yedi hafta önce kaybettiği
ağabeyi Muzaffer Şen için yazmış olduğu iç koparan dizeler.
AĞABEYİM

I

II
 III

Sana Nalen tapıyordu
Gözlerine bakıyordu
Yalnız koydun bizi ağabey
Senle hayat akıyordu.

Meğer hayat yalanmış
Umutlarım hayal oldu
Zaman uzun, ömür kısa
Ağabeyime doyamadım.

Felek bize ters bakıyor
Fani dünya can yakıyor
Ebediyen gittin ağabeyim
Rahat uyu sen yatıyorsun.

Ceren kızı hep sorardı
Onunla gurur duyardı
Dayısını unutmasın
Onun yolunda yürüsün.

Sana yakın olacağız
Mezarına varacağız
Hallerini sorup ağabey
Sana saygı duyacağız.

Kırkı geldi okunacak
Eşler dostlar toplanacak
Herkes onu öve öve
Dualarla anılacak.

Yalnız kaldım şiir yazdım
Bacılarımı çok üzdüm
Serap resmini yaptırmış
Gördüğümde seni buldum.

Nalen bacın hiç duramaz
Seni yanında bulamaz
Sana olan acısını
Yıllar geçse hiç silemez.

Nedim, Buse seni bekler
Günlerine keder ekler
Senin yollarına bakar
Gözlerinden yaşlar akar.

İstanbul’un yolu uzak
Felek kurdu bize tuzak
Anam oğlu çok özledim
Gelemen yolların uzak.

Yaptığın iş hiç olmadı
Boşlukların hiç dolmadı
Yattığın yerler nur olsun
Rahat uyu sen ölmedin.

Yengem boşluğa bakıyor
Gözünden yaşlar akıyor
Sensiz yalnız yapamıyor
Senin yoluna bakıyor.

Köye gelir hiç duramaz
Seni yanında bulamaz
Kalbi senin için çarpar
Yürür yolları bulamaz.

Funda harçlığını verdi
Dayın seni çok severdi
Dayın yanına gelince
Hizmetini iyi gördün.

Arkadaşları çok üzüldü
Gözlerinden yaşlar süzüldü
Uzun yıllar dostlukları
Bir anda yasa büründü.

Sıra sıra geldi haber
Bizleri aldı bir keder
Hangisine biz yanalım
Üstüne geldi bu haber.

Elif Naz'ı dayın sorar
Bebek alır ona yollar
Hüseyin'im sen unutma
Annen dayım diye ağlar.

İstanbul’a geldim ağabeyim
Bomboş hayal kurdum ağabeyim
Hayallerim uçup gitti
Sensiz yalnız kaldım ağabeyim.

Yaşlılara ilaç oldun
Öksüzlere kanat gerdin
Seni dostlar anlatıyor
İnsanlara örnek oldun.

Gönlümüz seni arıyor
Kalbimiz sensiz olmuyor
Gece gündüz aklımdasın
Sensiz hayat kan ağlıyor.

Dünya durdu kuşlar uçmaz
Gelen giden halini sormaz
Seni gözlerimiz arar
Gitti giden geri gelmez.

Rüstem amcam seni sorar
Söylenmedi içi yanar
Köşektaş’a geldiğinde
Odasında onu arar.

Nalen bacım ona bakar
Hizmetini güzel yapar
Onun halini görünce
İçine sızılar akar.

Kardeşler hep bir olalım
Biz Paşamıza yanalım
Dostları onu sorarsa
Biz onun yerini alalım.

Odann bomboş bulamadım
Muradına eremedin
Çocukların seni bekler
Sesini hiç duyamadım.

Serkan uzaklardan geldi
Esen selamını saldı
Elif Naz’ım doğduğunda
Ona hediyeler aldı.

Bugün bir ay oldu ağabey
İçimizden ayrılalı
Eş dost bütün seni bekler
Sonsuzlukta kaldın ağabeyim.

Anam Paşam diye sevdi
Hastalığın ümit verdi
Canım benim, ah ağabeyim
Son sözlerin bana oldu.

Akşam oldu, güneş battı
Yüreğime acı kattı
Biz sensiz yapamıyoruz
Sonsuzluğa bizi attı.

Şen ailesi hep yıkıldı
Herkesin boynu büküldü
Gitti gelmez benim Paşam
Yaşanır mı sensiz yaşam.

Saniye'm hizmetini gördü
Nilüfer'e kanat gerdi
Amcan size hep güvendi
Sizi gördü mutlu oldu.

Amcanızı hiç üzmediniz
Yollarını gözlediniz
Üzüntüleriniz acı
İçinizde gizlediniz.

Gelin dostlar, bize gelin
Ağabeyime haber salın
Nevcihan'a doyamadı
Ona gitti öyle sanın.

Köşektaş‘ta doğdu Paşa
Komşuları boğdu yasa
Ağabeyim bir ateş gibi
Gönüllere oldu maşa.

Resimleri dizi dizi
İçimize verdi sızı
Elim tutmaz, gözüm görmez
Yalnızım ben yüzüm gülmez
Paşa'm gitti geri gelmez.

Köşektaş'a haber gitti
Çevre köyler matem tuttu
Dostlar bir bir gelip gitti
Yakışır mı böyle haber
Bacıların durmaz ağlar.
 



PAŞA MUZAFFER ŞEN‘E

 Cemil Gören

Mehmet Kaali soyundan gelir soyun
Herikli Aşireti‘ndendir boyun
Alemler bilir Köşektaş‘tır köyün
Soyunun aynasıydı MUZAFFER ŞEN!

Okuyup yazdın avukat olduydun
Aşkı insanı sevmekte bulduydun
Gönüllere sevgi olup dolduydun
Gönüller ağasıydı MUZAFFER ŞEN!

Gayrı kavuştu kızı Nevcihan‘a
Kabrini kazdırdı onun yanına
İz bıraktın dünya denen bu ‚han‘a
İnsanlığın hasıydı MUZAFFER ŞEN!

Kainata hizmetti ilk emelin
Seni kurtarır var olan amelin
Gerçekte olmuştur çoğu hayalin
Herkesin rüyasıydı MUZAFFER ŞEN.!

Böyle mi severmiş Tanrı kulunu
Kimler omuzlamadı ki salını
Kabristana yönelttiler yolunu
Dostluklar mayasıydı MUZAFFER ŞEN.!

Dur denmiyor gözlerden akan yaş‘a
Derin acılar verdin Köşektaş‘a
Adın Muzaffer Şen namın Paşa
Vicdanın ustasıydın MUZAFFER ŞEN!

Mazlumlar aşkına alemler gezdim
Kötüler adına canımdan bezdim
Cemilim iyiler namına yazdım
Ölçümün kıstasıydın MUZAFFER ŞEN!

 

Köyümün yetiştirdiği ender insanlardan avukat Muzaffer Şen‘e hitabımdır!

Cemil Gören 



 
Celalettin ÖLGÜN
Fransız yazar Jules Romains “Bir insan ölünce, eğer onun yaşantısından, sözlerinden hala konuşuluyorsa hemen ölmez. Ölümünden elli, yüz yıl sonra bile hakkında konuluyorsa, o yaşıyor, aramızdadır demektir. Yaşamında söz ve hareketleriyle iz bırakmayanlar, ölümüyle aramızdan ayrılır!”  sözü her zaman ve her yerde geçerli sanırım.

Aramızdan ayrılan Muzaffer Şen de alçak gönüllüğü, kadirşinaslığı, yardımseverliliği ile hep anılacak, anıldıkça da aramızda yaşayacağına inanıyorum.

Allah rahmet etsin. Kalan yakınlarına başsağlığı diliyorum!
 
Celalettin ÖLGÜN



Yaşam Bir İçim Su Kadar

Hüseyin Seyfi

“Bilmem, geceleri hiç otobüsle Ankara Kayseri Karayolunda seyahat etme imkanınız oldu mu? Yolculuğunuz zifiri karanlıkta olsun, ay ışığında olsun Kırşehir’den sonra tespih taneleri gibi sağa sola serpiştirilmiş köyler görürsünüz yol üstünde dizi dizi. Pırıl pırıl yanarlar. Bu köylerde vatanına yüksek bir sadakatle bağlı insanlar ve onların arasında dürüst politikacılar görürsünüz. Okumuş, aydın, ufku geniş insanlar. Ne devrimciler, ne ülkücüler yetişmiştir bu geniş düzlüklerden.”

 

Bu köylerden biri de geniş bir tepe üstüne kurulmuş, “Kayseri 80 km” yazan levhanın sağ yanından ana yola dört kilometre uzaklıkta yer alan Köşektaş köyüdür.

Köyün özelliği okumuş aydın insanının çokluğudur. Hemen hemen Türkiye’nin her yanında öğretmeni bulunur bu köyün. Köy Enstitülerine ilk öğrenciler kızlı erkekli bu köyden gitmiştir. İlk gurbetçiler Almanya’ya bu köyden çıkmıştır yola. Hukukçular, siyasetçiler, doktorlar bu köyden yetişmiştir. 

Kırk-elli yıldır, eğitimden - tahsilden kaynaklanan bir göç vardır bu köyde ve bu yüzden nüfus çok azalmıştır. Ama yaz tatillerinde dolar taşar özlemle köyüne koşanlarla. Hangi makam ve mevkide olursa olsun, her Köşektaşlı tutkuyla bağlıdır köyüne.

Ortalama insan ömrü, bilinen çoğu canlı türünden uzun. Belki de insan düşünebilen bir varlık ya da canlı olduğundan ömrünü çok kısa görüyor.

Günümüzde seksenine varmamış bir ömre artık “erken” gözü ile bakılıyor.

Zaman ne çabuk geçiyor, yıllar belli bir yaştan sonra durmak bilmiyor, sanki saat kadranı üstünde dönen bir yelkovan.

Çalışıyor, çalışıyorsunuz, “bitti artık, şimdi de dinlenme zamanı” diyorsunuz, kara bir şanssızlık yakanıza yapışıyor bazen.

Yaşama doyum olmuyor, yaşam dediğin ne? Bir yudum su.

Osman Seyfi, Mehmet Polat, Muzaffer Şen ve komşu Avuç köyünden A. Kadir Baş, dört hukukçu, elli yıldan fazla süren arkadaşlığın, dostluğun, kardeşliğin ardından, yağmurlu, ama soğuk sayılmayan bir kış gününde Köşektaş’ta buluştular. Üçünün son buluşmasıydı Muzaffer Şen’le. Buluşma bir veda idi sonsuzluğa açılan, acı bir veda. Beni çok etkileyen bu üç arkadaşın Muzaffer Şen’le vedasıydı.

Her biri tespih tanesi gibi dizili köylerden gelen kalabalık, köyüne büyük bir tutku ile bağlı Muzeffer Şen’e güle güle dedi.

Toprağın bol, mekanın cennet olsun diyoruz sevgili Muzaffer Şen Ağabey.

08. Aralık. 2011-Perşembe

Hüseyin Seyfi


 









 


Yorumlar - Yorum Yaz
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak