Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi5
Bugün Toplam183
Toplam Ziyaret787328
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ

Faust

DÜNYA KLASİKLERİ DİZİSİ: 62
FAUST

JOHANN WOLFGANG GOETHE
FAUST
Bir Fragman
Almancadan çeviren:
Yüksel PAZARKAYA

İYİYLE KÖTÜ, BİLİMLE BÜYÜ ARASINDAKİ İNSAN:
FAUST


Dante Alighieri'nin "Tanrısal Komedya"sı (La Divina Commedia), Cervantes'in "Don Quijote"u, Shakespeare'in "Macbeth"i dünya yazınında nerede duruyorsa, Goethe'nin "Faust"u da aynı yerdedir. Gelmiş geçmiş başyapıtlardan, dünya yazınının en yüce doruklarından biri.

Goethe'nin yaşamının sonuna dek uğraştığı Faust, onun çok kapsamlı yazın yaratımının da başyapıtı olmuştur. Goethe'nin yaşamıyla en çok bu yapıt özdeşleşmiş, yaşamıyla birlikte bu başyapıt da büyümüş, olgunlaşmış, Goethe'nin kimlik ve benliğiyle bütünleşmiştir.

Bir ömür süren bu yazın uğraşının ürünü: Urfaust (1772-1775), Faust I (1797-1801; 1806), Faust II (1800; 1824-1831) olarak bilinir. Bu yapıtlar Türkçeye de çevrilmiştir. Bu yapıtlar üzerindeki çalışma süreçlerinin bir de ara dönemleri vardır. Urfaust ile Faust I arasında basılmış bir Faust daha var: Faust - Bir Fragman (1788-1789). Büyük ölçüde Urfaust'u içerir, Faust I tasarımının imlerini taşır. Okunduğu zaman görülür ki, fragman nitelemesine karşın, başlı başına bir bütündür. Rahatlıkla sahneye getirilebilir, değişik bir Faust metnidir. Goethe, bu nüshayı ilk kez 1790 yılında Leipzig'de bağımsız olarak yayınlandı. Bu metnin Türkçe çevirisine raslamadığım için, Goethe'nin 250. doğum yıldönümünde Cumhuriyet'in okurlarına armağanı olarak, ben de bu nüshanın çevirisine kalkıştım. Kalkıştım sözüne döneceğim.

Faust adıyla ilk kez 1506 yılında karşılaşılıyor. Yaşadığı bilinen Faust üzerine ilk halk kitabıysa, 1587 yılında Frankfurt'ta basılıyor: Historia von D. Johann Fausten. Daha sonra sayısız çeşitli baskıları yapılıyor. Goethe, çocukken eline geçirdiği böyle bir halk işi baskıyı okuyarak, Faust ile tanışıyor. Aynı yıllarda, kukla oyunu olarak 16. yüzyıldan beri gösterilen Christopher Marlowe'nin oyunuyla da tanışıyor. Kabına sığmayan insan izleğiyle Faust, Marlowe'dan Klaus Mann'a yüzyıllar boyu pek çok yazara konu olmuştur.

1772 Ocağı'nda Goethe'nin, çocuğunu öldüren Susanne Margaretha Brandt'ın asılışına tanık olduğu sanılıyor. Bu genç kadın, şeytanın kendi içine yerleştiği inancındaydı. Goethe, bu olay üzerine, Urfaust'un ilk sahnelerini yazar. 1775 yılında Weimar'a getirdiği Urfaust'un günümüze kalan ilk elyazma nüshasıysa 1787 yılından.

Altmış yıl süren uğraşa ve çeşitli nüshalara karşın, hepsi bir bütünlük sergileyen Faust'un odağındaki izlek, insanın içinde iyi bir öz olduğuna inanan Faust ile Mephistopheles arasında buna ilişkin olarak girişilen bahistir. Şeytancıl Mephistopheles, yoldan rahatlıkla çıkarılabilir bir insan imgesini savunur. Faust, insanın iyi olduğu savaşımını verirken, şeytan da, Tanrı'dan onu baştan çıkarmak üzere aldığı izinle, insan üzerindeki ters etkisini kullanır. İnsanın doğasında her iki kutup da vardır, iki kutbun bütünü ve bileşimidir. Ancak, yadsıyan ve mahveden şeytanın kolaylıkla yönlendireceği kutup, insanın tembel ve rahat yanıdır; yüzeye, sığlığa bakarak kanan, yüzeysel parlaklığa kanan yanıdır. Faust, bu yüzden, tıpkı kutsal kitapların öyküleri gibi, evrensel bir insan ve insanlık trajedisidir. Zira, iyiye yönelmek ister, ancak göz göre göre hep şeytana uyar, uçuruma yuvarlanır. Başkalarını da böylelikle mutsuz edip, uçuruma yuvarlar. Faust yerine bu trajediye insan adı da konulabilirdi. Aslında, Mephistopheles de insanın içindeki bu iki kutuptan; yadsıyan, olumsuz kutbun kişileşmesidir.

Goethe, bu kişileştirmeyi aydınlanma sürecinin insan anlayışı çerçevesinde gerçekleştirerek, evrensel bir çağdaş kurguya varır. Rönesans'la ortaya çıkmaya başlayan aydınlanmanın insanı, usa ve bilime inanmış, kör inancı yadsıyan, dünya işlerine yönelik olarak, düşünceyi eleyen, skolastik, dinsel, en son ve tek doğrucu çözümler olmayacağını benimseyen insandır.

Kapanıp kaldığı yerden dünyaya ve doğaya çıkmak, doğal yaratının kaynaklarını bulmak, yaratarak yaşama ve dünyaya katılmak ister. Kendi sınırlarını aşmak, uçsuz bucaksız olanaklara ve yaratı kaynaklarına ulaşmak ister.
İçi yaratıcı güçle kaynar, sonsuzluğu özleyen bu gücü eyleme dönüştürmek için, çağırdığı doğa ruhu, iblisten başkası değildir. Mephistopheles, Faust'un dinmek bilmeyen taşkın istem ve özlemini doyurmak savındadır.

Goethe için, birey, evrenin kendisidir. Evrenin çekirdeği, dolayısıyla doğal ve anlaksal bütün gücü insanın içindedir, insan ben'idir. Bu yüzden, insan doğayla ve evrenle bir bütündür. Ama evrenin bu çekirdeği, içinden ve dışından şeytanın tehdidi altındadır, trajedisi de bu tehditten, bu tehdidi göre göre, uçuruma yürümesinden doğar.

Bu trajediye karşın, Ben, doğa ve evrenle bütünlüğünden, evrensel uyumdan aldığı güçle, özünü gerçekleştirmek, insan olarak açılıp boyutlanmak düşünce ve çabasındadır. Bu çaba, aynı zamanda bir kavrayışın da ifadesidir: Uyum, bir oluşum sürecidir doğada ve evrende. Her şey oluşur ve geçip gider, biter. Her şey sevgi ve tükeniştir. Oluşumdan tükenişe, her şey değişim ve dönüşüm süreci içindedir. Her şey, bütünün parçalarıdır, ama her şey hem kendi içinde, hem kendi dışında çelişkiler, kutuplar arasında bir gerilim ağı içindedir. Her şey sonsuz bir işleyişe dahildir.

Faust'un kabından taşarak, insan anlağının yönsemindeki oluşumu, ancak sevgiyle gerçekleşebilir. Mephistopheles, cinsel sevinin çekimiyle sevgi ilkesini tek boyuta indirgemek, dolayısıyla insan ruhunu ve anlağını, tek boyuta, güdüsel değişimsizliğe teslim ve tutsak etmek için, şeytancıl çabasını yürütür. Oysa, Gretchen ile Faust, birbirlerine ilk bakışta bir sevgi bağıyla bağlanmışlardır, birbirlerini sevgiyle yüceltip, karşılıklı gerçekleştirme, ruhlarını en görkemli çiçek gibi açtırma olanağına sahiptirler. Yaşam, bu ilişkide bütünüyle sevgiye dönüşme yeteneğindedir. Ancak, yaşam sevgi gibi en yüce duyguya bile sığmaz. Sevgi arıdır, yaşam karmaşık, çelişkili ve çok kutupludur. Sevginin seviye dönüşmesinin mayası iblisten, Mephistopheles'ten gelir. Böylece sevgi de, ruh dinginliği, iç huzuru, mutluluk yerine; suç, günah, huzursuzluk ve mutsuzluk olarak dönüşür.

Burada, çağdaş, aydınlıkçı, deneyci, eylemci insanın, kabı dışına çıkarak içine düştüğü çelişkiler de somutlanmaktadır. Bununla, yirmi birinci yüzyıla girerken, bütün gelişme ve ilerlemelerine karşın, bütün elde ettiklerine, ulaştıklarına karşın, varlığının dibinde bungunluk (depresyon) tortusu gittikçe kalınlaşan, gittikçe daha yoğun biçimde yüzeye çıkan, dışa vuran insanı da haber vermektedir. Aslında, ilk varoluşundan, en son yok oluşuna dek insanın eylem, deney, duyumsama, duygu, öğrenme, bilgi, yanılma ve çelişki vb. eylem ve boylamlarından bir tin ve ten öznesi ve nesnesi, tin ve ten varlığı olarak yansıtılışıdır Faust.

Böyle bir varlığın, huzurlu bir oluşa ulaşması, kendini yadsımasıdır, tükenişidir, yok oluşudur, yani ölümdür. Oysa, ölüm bile bir erinç değil, durgunluk ve durağanlık değil, bir dönüşüm, yeni bir oluşumun başlangıcıdır. Bu yüzden, insan ruhu, anlağı ve benliğiyle, usu ve duygusuyla bir sınırda duramaz, bir sınırı da tanımak istemez. Ama bütün bu devini ve tanımazlıkta, onu oluşturan kutuplar, karşıt güçler birlikte işlevdedir, işlemektedir.

Yirminci yüzyılın büyük analitik psikoloji bilimcisi C.G. Jung, psikolojik çözümlemeyle şu saptamayı yapacaktır: "Kötü de aynı iyi gibi tartılmalıdır; zira iyi ile kötü aslında edimin ideal uzantılarından ve soyutlamalarından başka bir şey değildir, ikisi de yaşamın aydın-koygun örünümüne aittir." Jung, sonuçta içinden kötünün doğmayacağı iyi ve içinden iyinin doğmayacağı kötü yoktur diyerek, suç olmadan erdemsel bilincin olmayacağını, ayrımların kavranmadığı durumda da hiçbir bilincin olmayacağını belirtir. Bunun da birey olmanın vazgeçilmez koşulu olduğunu saptar. (C.G. Jung, Einleitung in die Religionspsychologische Problematik der Alchemie, S.47.) Faust, işte böylesine bir bireyselleşme sürecidir aynı zamanda.

Karşıt güçler yüzünden, oluşum ve dönüşüm yerine, cadı içitleriyle gençliği, değişimsizliği arayış mutsuzluğuna da düşer. Oysa gençlik, dönüşüm ve değişimle hep yeniden varoluştadır.

Bunu benimsemek, içinde doğayı ve evreni barındıran yaratığın kendindenliğini, alçakgönüllü oluşunu, gözütokluğunu da içerir. Böylece, taşkınlıkla, doyumsuzlukla oluşun kendinden alçakgönüllülüğü arasındaki çelişki, insan yaşamının süreğen bir çelişkisi olarak görünür.

Goethe, bütün nüshaları bir arada görüldüğünde, özetlemeye çalıştığımız bu insanı, ilişkileri ve çelişkileri, evrenselliği ve sınırsızlığı içinde bir büyük dramatik şiir olarak Faust başyapıtında yapılandırır. Dük Karl August'a Roma'dan, İtalya gezisinden yazdığı 12 Aralık 1786 tarihli mektubunda Goethe, Faust Fragmanlarını bastırma kararıyla, kendini de ölmüş saydığını, bu yapıtı tamamlamak için sürdürebilme mutluluğuna ererse, yeniden yaşama dönmüş olacağını bildirir. Yaşamının sonuna dek Faust üzerinde çalışarak yaşar. Faust II ile Goethe için başyapıt bütünlenmiştir, zaten bunu tamamladıktan kısa bir süre sonra da ölmüştür. Ama onun insanlığa verdiği bu büyük yazın armağanı, her birey, her kuşak ve her çağ tarafından yeniden, yeniden yaratılmaktadır. Ernst Beutler'in sözleriyle, "Goethe ana Faustunu insanlığa süresiz bir kalıt olarak yazdı. Faust'a başladığı zaman, yazdıkları, kendini fadedir. Şiiri tamamlayan yaşlı yazarsa, bakışını kendi 'Ben'inden öbür insanlara çevirmeyi artık çoktan öğrenmiştir. Öğretmen olarak, bilge olarak onların arasında durmaktadır. Sorumluluk duymaktadır. Yapıtı, sorumluluk yükleyici, görevlendiricidir ve böyle algılanmayı ekler." Daha önce yapılan çeviriler gibi, ilk kez yapılan bu çeviri de, duyulan bir sorumluluğun ürünüdür. Ama çevirmende huzursuzluk bırakan bir üründür.

Çeviri, zaten bir serüvendir. Serüvense, tehlikelere açıktır. Faust gibi dramatik büyük, görkemli, mükemmel bir şiirin çevirisiyse, salt bir cürettir. Ama bilim çağının kabına sığmaz, sınıra gelmez insanı Faust gibi, bu cürete kalkışan çevirmen de, her satırın, her dizenin evirisinin ayrı ve yeniden bir deney olduğunun bilincindedir. Bütün doğa bilimleri, deneysel ilimlerdir ve hepsinde bin deneyden, bin yanılgıdan sonra, belki bir başarılı deney sonuca varır.

Bu çeviride de başarılı görünen dize ve satırların yanında, pek çok da yinelenmesi, belki daha onlarca, yüzlerce kez yinelenmesi gereken deneyler vardır. Bütünüyle böyle bir deneye girişmemi kolaylaştıran husus ise, kimya yüksek mühendisliği öğrenimimden çok, Goethe tarafından fragman olarak nitelendirilen bir nüshayı çevirmeye kalkışmak olmuştur. Metin bir fragmansa, bu çeviri de haydi haydi bir fragmandır, yani bitmemiştir. Ama aslından okuma olanağı olmayan Cumhuriyet okurlarına evrensel yazar Goethe'nin başyapıtı üzerine yine de bir fikir vermesini diliyorum.

Yüksel Pazarkaya
Temmuz 1999
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak