Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam164
Toplam Ziyaret774370
Eski Bir Takıntı

Okuyan Kızlar Eski Takıntı

Hüseyin Seyfi

Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çevrenin baskısı ile,  “ahlakı bozuluyor” diye alınan kız öğrenciler günümüzde yaşıyorlar.

Yolda geçerken, Beden Eğitimi dersinde eşofmanlı kızları görüp, “Bunların her tarafı meydanda” diyerek yaygarayı basanlar, yaşları gereği bu dünyadan göçüp gitseler de aynı düşünceyi taşıyanlara, “bitti” diyemiyoruz.

Dedikodulara fazla dayanamayarak,  babası tarafından, Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  zorla alınmış, şimdilerde, yetmiş yaşından fazla bir kadınla yaptığım söyleşide, okuldan alınmasını daha dün gibi hatırlıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Evladım, o zaman okul çevresinde bile erkeklerle konuşmamız  yasaktı. Kendi köylüm Musa Kâzım, aynı okulda, ayağını duvardan aşağı sallar, erkekler bahçesinde kitap okurdu. Yanına varıp selam vermek, köy özlemimi gidermek isterdim, fakat sınıf ablam müsaade etmezdi. Nedensiz yere, sırf dedikodular yüzünden daha bir yılımı bile tamamlamadan, 12 yaşında, okuldan alınmam öyle zoruma gidiyor, öyle gücüme gidiyor ki, aha,  bugün aynı okulda okuyacaksın deseler gider okurum. Bu yaşıma kadar içimde bir acı olarak kaldı. Hacca gittim. Beş vaktimi kaçırmam. Kuran okurum. Sebep olanların, Allah o yobazların belasını versin!” diyordu.

Köyümde aydınlanma, kız çocuklarının okuması, Türkiye köylerine göre çok erken başlamıştır. Atmışlı yıllardan beri, tahsil açısından kız erkek ayrımı gözetilmedi.

Yetmişli yılların başında bir gün imam, hatırladığıma göre, “Üniversitelerde kızlar çocuk aldırıyor, okutmak caiz değildir” deyince, köylü tepki gösterip, imam hakkında imza kampanyası düzenlemiş ve imam merkeze aldırılmıştı. Sonradan bu imam ilçenin birinden, düşüncesine uygun bir partiden belediye başkanı seçildi.

Pakistanlı kız öğrenci Malala’yı çoğumuz tanıyoruz. Kız çocuklarının okuması uğruna küçük yaşta yaptığı mücadelede, kız çocuklarının okumasına karşı radikal güçler tarafından kafasından vurularak ağır yaralanmıştı.

Örneklerin bir sayfaya sığması mümkün mü?

Sevgili ülkemin gündeminde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kalan üniversiteli kız çocukları var. Belki de bir iki münferit olay yüzünden, üniversitelerde okuyan kız çocuklarının ana babalarının kulağına kar suyu kaçırılıyor ve bu yüzden dolaylı olarak itham altındalar. Ülkem konu üstünde çalkalanmakta. Her telden nağmeler vuruluyor.

Kaliteli bir eğitim verebiliyor muyuz?

Kızlarımıza sağlıklı, güvenli barınaklar sağlayabiliyor muyuz?

Onları bilinçlendirebiliyor muyuz?

Ne güzel yazmış yazarın birisi, “Gençliğini yaşayamayanlar gençliği tanıyamazlar” diyor.

Üniversite gençliğinin içinde bulunmayanlar, çağdaş gençliği tanımayanlar onlara nasıl güvensinler?

Bilmezler mi ki, onların merhabası sıcaktır, içtendir, candandır, samimidir ve dostçadır.

Kız erkek ilişkilerinde, her şeyi uçkura bağlamak,  medrese eğitimi almışların işi olsa gerek.

Hüseyin Seyfi

Kül Hüyüğü

Geçtiğimiz yazın en sıcak günlerinden biriydi. O gün aslında epeyce geç bir saatte çıktık yola. Komşu köyün üzerinden yükselen güneş, çok kısa bir zamanda kızıl topraklı tepenin üzerindeki bağların üzüm yapraklarını ısıtmaya başlamıştı. Son bir iki gündür insanı yerinden sıçratan şimşekler eşliğinde bardaktan boşanırcasına yağan yağmurla ıslanan bağ yollarındaki çamurlar henüz tam kurumamıştı ama insanın ayağına da yapışıp kalmıyordu.

Ankara-Kayseri karayolunun vızır vızır işlek trafiğinden karşı tarafa geçip, köyden üç kilometre uzaklıktaki bu yol kenarında epeyce uzun bir zaman önce tek başına yaşayıp ölen Deliağa'nın eski evinin bulunduğu yere geldiğimizde neredeyse öğle olmuştu.

Henüz, kuşların, kurbağaların ve bulutların peşinde koşan, bugünden o günlere baktığımda -kabul ediyorum ki- epeyce de yaramaz bir çocuk olduğum zamanlarda, şosenin kenarına kadar gelip çalıların arasında sığırcık kovalardık. Şosenin öbür tarafında bulunan, Deliağa öldükten sonra terk edilen evinin damının üzerinde dolaşıp çoğu kırılmış camlarının kalanlarını da kırmışlığımız vardır. Şimdi evin tamamı toprak altında kalmış, üzerini otlar bürümüş, kerpiçten ve taştan duvarları üst üste yıkılıp küçücük bir tümsek olmuştu. Belki elli, belki yüz yıl sonra Deliağa'yı ve onun köylüsüne küsüp buralara kendini atmasını, ülkenin en işlek karayollarından birisinin kenarına yaptığı bu evde kalan ömrünü tamamlamasını hatırlayan kalmadığında, gelen geçenin merakla baktığı, definecilerin köşe bucak kazdığı bir höyük olacak bu ev de.

Deliağa'nın evinin bulunduğu yere en fazla iki kilometre uzaklıkta bulunan Kül Höyüğü de bozkırda, Kalaba'dan Kırşehir'e kadar uzanan düz ovadaki sayısız höyükten birisidir.

Çocukluğumda, Deliağanın evinin bulunduğu bu küçük tepeciğin ötesine, kuzey yönündeki uçsuz bucaksız ovaya hiçbir zaman gitmemiştim. O ova bitmez tükenmez gibi gelen buğday tarlaları, Sadık Köyü’ne ve ondan daha da ilerideki göçmen köyü denilen yere, ovanın puslar içerisinde belli belirsiz görünen sınırına kadar uzanırdı. Upuzun kavak ve söğüt ağaçlarının kümelendiği bir yeşilliğin tam ortasında yükselen höyüğü bu yaşıma kadar hep merak etmişimdir.

Höyük, incecik bir derenin yakınında yarım küre şeklinde yerden fışkırmış gibi görünür. Etrafı benim çocukluğumda da bugün de buğday, pancar, yulaf ve fiğ ekili tarlalarla çevrilidir. Yılların merakını tepemizde güneşin acımasızca ovayı kavurduğu o sıcak yaz günü giderip, gizemli höyüğe gittik.

Yürüyüş yolumuzda pancar tarlalarının ortasında çapa yapan Suriyeli mültecilerle merhabalaştık uzaktan. Onların yol kıyısında oynayan güleç yüzlü çocuklarıyla bir iki kelime konuşmaya çalıştık. Meraklı bakışlarına, sıcak gülücüklerine gülerek karşılık verdik, “biz dostuz” dedik. Yurdundan ayrı düşmüş, ürkek, gariban, insanın yüzüne her daim korku ile bakan ama yine de güleç yüzlü olmayı unutmayan mülteciler, karakılçık buğdayı rengi tenleriyle buranın toprağına, bu toprağın insanlarına çok benziyorlardı.

Kül höyüğünün dikenlerle, yabani otlarla kaplı dik yamacını kaymamaya dikkat ederek tırmandık. Bir evlek kadar olan düz tepesinde çakırdikenler, beyaz çiçekli zambaklar, gelincikler ve adını bilmediğimiz onlarca çeşit bozkır bitkisi vardı. Zemini eşeledikçe un gibi, kül gibi incecik bir toprak toz halinde elinize geliyordu. Adını da buradan alıyordu sanırım...

Höyüğün dibindeki tarlada yeni biçilmiş yulafları traktörlere yükleyen komşu Kayaltı köyünden olduğunu öğrendiğimiz iki köylüye sorduk höyüğün adının öyküsünü, ‘bilmiyoruz’ dediler. Höyük çevresinde tarlaları olan Kızılağıl köyünden birisine denk geldik dere kenarında. Ona da sorduk höyüğü. O da; “Valla bilmiyom hemşerim! Adı nerden gelmiştir hiç merak etmedim açıkçası” dedi.

Anadolu köylüsü böyledir işte. Bir ömür yaşayıp gittiği yerdeki höyüğün öyküsünü, dağının, köyünün, ovasının adının nereden geldiğini pek merak etmez. Sadece İç Anadolu'ya özgü de değildir bu garip "meraksızlık" hali. Ege'de, Karadeniz'de, Doğu'da Kürt illerinin hemen hepsinde şaşırarak şahit oldum buna benzer örneklere.

Aydın Alangüllü de bütün ağaçları kurumuş, sapsarı geçmiş bir zeytin bahçesinin dibindeki JES şirketinin arkasında görünen sarp tepenin adını söyleyememişti zeytinliğin sahibi. Yine, Pınarhisar Kuyucak taraflarında, uzakta mavi bir sisin içinde mor beyaz kayalıkları hayal meyal görünen dağın adını sormuştum bir köylüye. Gözlerini belerterek dağa dikip düşünmüş düşünmüş, “valla ben de bilmiyoru bilader...” demişti, elini “n'apcan adını?” gibisinden sallayarak!..

Karadeniz'de, Fatsa Ünye arasında, eskiden fındıklık olan, o zamanlar altın madeni işletmesi için ağaçlarının kesilmesine yeni başlanan dağın (ki şimdiki halini görmeye yürek dayanmaz) adını sorduğum bir köylü kadın da benzer şeyler söylemişti: “Dağ işte adı, dağ...”

Sarı sıcağın altında tırmandığımız kül höyükten ovayı seyrettik on dakika mola verip. Henüz yeşil sapları üzerinden güneşe gülen ayçiçekleri, artık biçilme zamanı gelmiş buğdaylar, git gide sarıya dönen nohut tarlası ve ileride boş bırakılmış bir tarlada özgürce serpilip boy veren mor menekşelerle göz alabildiğine yayılmıştı bozkır.

Öğle sıcağında yine yürüyerek döndük köye. Kül höyük merakından bize söğüt gölgesi altında yenen zeytin ve peynir tadı, gözlerinin içi gülen güzelim mülteci çocukları ve yüzümüzde, alnımızda, vücudumuzun giysi altına gizleyemediğimiz her noktasında peydahlanan güneş yanıkları kaldı.

Özer AKDEMİR,

5 Eylül 2021

  
480 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Urgan
Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..



Özer AKDEMİR

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL