Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam159
Toplam Ziyaret754842
Korku ve Ahlak

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır?
Anıl Talat Eryontuk

Tarih boyunca bir arada yaşayan insanları toplum haline getiren, aralarındaki yazılı olmayan kurallar, bağlar, ilkeler, dil becerileri ve duyarlılıklardır!

Bu bağlamda insan ilişkileri ilk sırada gelir.

Bu ilişkileri derleyen, yönlendiren, usul ve düzen getiren ana konu ise ahlaktır.

Ahlak üzerine sayısız yazılar yazılmış, makaleler yayınlanmıştır.

Lakin Mustafa Kemal’in ahlak üzerine söylediği "Tehdit esasına dayanan ahlak, bir fazilet olmadıktan başka güvene de lâyık değildir!" sözü tüm yayınların üzerindedir benim için.

Ahlak, insan ilişkilerinde “iyi” ya da “doğru” yahut “kötü” ya da “yanlış” olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade etse de özünü bir türlü kavrayamadığımız bir sırdır aslında…

Bu sırrı çözmek ise vicdanımızı hassas teraziden geçirmekle mümkün.

Peki ülke olarak son yirmi yıldır bu teraziyi nasıl kullandık?

Hiç kendimize bu soruyu sorduk mu?

Yani biz kişi,  kurum ve makamlardan yahut inancımız gereği uhrevi hayattan çekindiğimiz için mi doğruyu görmemize rağmen sustuk ya da görmek istemedik.

Yoksa, ahlaklı değil, korkak olduğumuz için mi?

Tüm mesele bunun altında yatıyor aslında.

Mesela hükûmeti devletle özdeşleştirerek hükûmet politikalarına getirilen tüm eleştirileri devlete yapılmış gibi bir algı oluşturanlara, eleştiri sahiplerini devlet karşıtı bir yere konumlandıranlara ve vatan hainliğiyle eş değer bir zeminde değerlendirenlere yıllarca göz yumduk.

O zaman bizler korkak mıydık yoksa ahlaklı mı?

Yahut uzun yıllardır iktidarda kalmak uğruna demokratik bir yaklaşımı benimsiyor gibi yapanlara, daha sonra rövanşist bir üslup benimseyip, bunu din ve milliyet gibi kavramlarla süsleyerek halkını biz ve öteki olarak ayrıştıranlara, kutuplaşmanın zeminini legalleştirenlere neden sustuk acaba?

Bu acımasızlığa karşı sustuysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke sınırları içinde farklı, ülke sınırları dışında farklı şizofrenik politika izleyen bir cenahın sürekli vurguladığı tehdit algısının aslında gerçek olmadığını bile bile buna inanmak istedik.

Neydik biz o vakit korkak mı yoksa ahlaklı mı?

Hukukun üstünlüğü kavramı ülkemiz siyasetinde iktidarın üstünlüğü olarak algılanırken, birçok dava siyasal olarak görülüp, vicdanlarda derin bir yara bırakırken, insanlar suçsuz yere hapiste çürürken hiç sesimizi çıkarmadıysak söyleyin lütfen korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülkemiz anayasasında var olan, güçler ayrılığı ilkesiyle tescillenen yasama, yürütme ve yargı erkleri iç içe girmiş ve birbirini denetlemekten uzaklaşmış ise ve devlet işleyişi bizzat sorun üreten bir kurum haline gelmişse biz halen mantıken izahı olmayan bir sav olan ”tüm suçlu muhalefet” dediğimizde korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

İktidar yargıyı, kendisinden olmayanları sindirmek ve cezalandırmak için kullanırken, muhalefeti iktidarın denetleyicisi değil de düşmanı olarak isimlendirirken buna göz yumduysak korkak mı olduk yoksa ahlaklı mı?

Ülke ciddi bir ekonomik kriz içinde, halk konut ve yol inşaatı gibi döviz getirmeyen ve rant olgusu yüksek olan projeler ile kandırılırken, uluslararası sermaye maalesef ülkemizden kaçmış, enflasyon artmış, cari açık ise giderek büyümüşken ülkeyi bu hale getirenler yerine muhalefeti hedef alıyorsak korkak mı oluyoruz yoksa ahlaklı mı?

Tüm bu yaşadıklarımız şunu gösteriyor ki son yirmi yılda faydalı bir iş yaptığımızda bizi sevindiren; kötü bir şey yaptığımızda da bizi üzen, bizi iyiye, doğruya ve güzele sevk eden, kötülüklerden alıkoyan iç sesimizi kaybetmişiz.

Yapılan kötülükleri görmezden gelerek adeta bizi insan yapan, yanlış yapmaktan koruyan bekçimizi göz ardı etmişiz.

Ve şimdi bunun bedelini de misliyle halk olarak ödemekteyiz.

Korkuya dayalı ahlak, ahlak mıdır? l Anıl Talat Eryontuk l 7 Şubat 2023

Bir Yudum Köşektaş


Şifahilikten kurtulup kanıtsallığa ulaşmak için bu tür yazılı belgelere ihtiyaç var!
Görünürde olanın ve bilinenin ötesine geçerek, Köşektaş ve insanına yönelik
bilgileri gün ışığına çıkaran öğretmen Hüseyin Seyfi'ye, belge niteliği
taşıyan bu yazısı için çok teşekkür ederiz!
kosektas.net



Bir Yudum Köşektaş l Hüseyin Seyfi l 3 Mart 2025, Pazartesi

Köşektaş, Kapadokya dairesi içinde, Avanos’a 35, Hacıbektaş’a 20 km. uzaklıkta şirin bir köy.
Henüz beş altı yaşındayım. Evimizin arkasında, bir karış tozu olan yolda, yaşıt birkaç çocuk birlikte oynuyoruz. Önce derinden, sonra gittikçe yaklaşan metalik bir gürültüye dikkat kesiliyoruz. Gürültü şiddetini artırınca korkmaya başlıyoruz. Bu sırada, benden iki yaş büyük ablam, nereden aklına geldi bilmiyorum, “Teççel meççel”, “Kaçın, teççel meççel gelmiş.” diye bağırınca, her birimiz, bir tarafa dağılıyoruz. Ben, doğru samanlığa kaçıyorum. Kalbim, küt küt vuruyor. O sırada ablam yetişiyor. Bu kez de, “Kardeşim, dünya batıyor. Önce çocukları götürecekmiş teççel meççel, sonra da büyükleri.”

Samanlık karanlık, korkuyorum, teççel meççel ha geldi, ha gelecek. Bereket versin biraz sonra gürültünün gittikçe uzaklaştığının farkına varıyoruz. Derin bir nefes alıyoruz ve korkumuz geçiyor.

Sonradan öğreniyoruz ki, o müthiş gürültüyü çıkaran, köye köprü yapımı için gelen paletli bir dozermiş.

Bu olay, çocuklar olarak bizim teknikle ilk tanışmamız ve teknikten ilk korkumuz oluyor.

Köylüye gelince; onun teknikle buluşması, hatırladığıma göre ya burunlu bir otobüs veya “Gazlı Fordsun.” Belki de onlara göre, az öncesi vardı teknikle tanışmışlığın. Bilmiyorum, askerlikte veya gittikleri şehirlerde.

Gazlı Fordsun da oldukça gürültülü çalışan bir traktördü tıpkı eski kömürlü trenler gibi.

Traktör köye yeni geldiğinde, önündeki bir delikten sokulduktan sonra kıvrılıp döndürülen, ‘L’ şeklinde bir levye ile çalışırken, sonradan traktörün yan tarafında bulunan teker şeklindeki kasnağına sarılan bir urganın onbeş, yirmi kişi ile çekilip, hızla döndürülmesi ile çalışır olmuştu.

Gazlı Fordsun, mavimsi renkte bir traktördü; köylünün teknikle buluşup kucaklaştığı araç. Yani karasaban, pulluk ve motor. Diğer bir deyimle, öküz, at, traktör. Tıpkı bataryalı, pilli, elektrikli radyolar silsilesi ya da taş değirmenleri, su değirmenleri, yel değirmenleri, motorlu değirmenler gibi.

Yıllar altmışlara girince, kağnıların gıcırtısı kesildi. Kırsal kesimdeki ulaşım, at arabaları ile biraz daha hızlandı.

Köşektaş köyü değişiyor, okuma, yazma ve aydınlanma hususunda çevreye fark atıyordu.

Önce ebeveynler, arkasından çocuklar okul için can atıyorlardı. Hangi zorluklara katlanmıyorlardı ki; On bir yaşlarında üç beş çocuk, bir odalı evlerde tek başlarına, yeme içme, temizlik her şey kendilerine, ya bir ilçe merkezinde veya yakın bir ilde. Tüm bu zorluklar okumak uğrunaydı. Sanki aydınlanma kıvılcımı oluşmuştu.

O yıllardaki okuma seferberliğine köylü, iki üç yıl içinde kızları da kattı. Yalnız onlara yaşlı bir bekçi, babaanne veya anneanne refakat ediyordu.

Köy Enstitülülerden veya Öğretmen Okullulardan sonra liseliler. Ve nihayet Üniversiteliler.

Aynı zamanda bir süreç daha çalışıyordu; yurt dışı, özellikle Almanya. Gurbetler, ayrılıklar.

Yalnız kalan, parçalanmış aileler:

Tıpkı teknikle uzaktan tanışıklığım gibi, bir ilki daha yaşadım yüreğim sızlayarak; babam, Almanya kervanına katılmıştı ve ayrılmıştık. Çok sevdiğim babam, ekmek uğruna bizden, elimizden uçup gitmişti; altı kardeşin en büyüğü on dört yaşındayken.

O geri geldi, yani babam. Ya dönmeyen babalara ne demeli? Onların çocukları, onların eşleri? Koca ülke Türkiye’de durum aynıydı. Aileler, ayrı düşen eşler ve çocuklar. Bu durum yıllarca devam etti.

Köylerdeki değişim, bu sıralarda başlamış oldu. Işık geldi, yol geldi. Önce radyo, sonra televizyon. Hiç unutmam babamın Almanya’dan getirdiği kırmızı renkte ‘çanta radyo’ ile günlerce yatağa yatmıştım.

Toprak, kerpiç evler yerine, kiremitli, çatılı evler yapılmaya başlandı. Bunlara, ‘Almancı evleri’ dendi.

Köy çeşmeleri yerine ‘terkos’ suyu içilmeye, tere yağ yerine ‘vita’ yağ yenmeye başlandı.

Okumaya gidenler çoğaldı. Onlar da, köylerine dönmediler bir daha. Öğretmen oldular, polis oldular, hakim, avukat, doktor ve diğerleri.

Yıllar su gibi aktı. Köy boşaldı. Köşektaş Köyü bin beş yüz insandan üç yüze düştü.

Şimdi kalanlar yaşlılar. Çoğu kadın. Tüm çileyi onlar çekiyor. Çekecek çileleri varmış. Dul kaldılar. Çoğunun eşleri çoktan öldü. Gelenleri, gidenleri yok. Yalnız kaldılar. Hiç hayal etmedikleri öyle bir yalnızlığın içine gömüldüler ki. Büyük aileden, çekirdek aileyi yaşayamadan yalnızlığın içine düştüler. Oysa daha kırk beş yıl önce, anneler, babalar, ebeler, dedeler, gelinler, amcalar çocuklar, torunlar hep bir arada yaşamıyorlar mıydı?

Onlar, yani yaşlılar, hepsi de misafir. Yaz mevsimini idare ediyorlar şimdilerde.

Ya kışın? Soğuk. Soba yanacak, yemek yapılacak ve yaşanacak yaşanabildiği kadar.
Çocuklar, gelirlerse düğünden bayrama. Gelinlerin gönlü olursa birkaç saatliğine.

Uzun sözün kısası, yaşlılar zor durumdalar. Hiçbir yere sığamıyorlar. Hasta olup zorunlu kalmadıkça hiç biri, hiçbir yere kımıldamıyor. Sanki söz birliği etmişçesine. Biraz da sitemlice gelen gidenin olmayışına. “Sıkılırız” diyorlar. Bu da, işin bahanesi.

Gelmeyenlerin de haklı gerekçeleri var. Kimi Edirne’de, kimi Hakkari’de. Yine Yurt dışında olanlar çok. Üçüncü kuşak yetişmiş orada. Çoğu memleketini bile bilmiyor.
Bilenler de yılda en fazla yirmi gün. Çoluk çocuk, hepsi ekmek peşinde. Emekli olanlar, ’iki arada, bir derede kalmışlar’ Onlar da dönemiyorlar. Çocuklar, torunlar oradalar.
İçleri özlem dolu olsa bile dönemiyorlar. Bir de bahaneleri var, “Sağlık yönünden burası Türkiye’den rahat” diyorlar. Tüm bunlar değişimin öteki yüzleri.

Köyde kalan yaşlı kadınlar, bilselerdi böyle olacaklar. Kocalarını Almanya’ya, çocuklarını okumaya göndermezlerdi herhalde.

Ne dersiniz?

Değişimin önünde durulmuyor ki. Bakalım, daha ne sürprizler bekliyor…

Hüseyin Seyfi

İlk kez 28 Mart 2014, Cuma günü yayınlanmış bir yazıdır.

  
196 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Ahlak Nedir?

AHLAK NEDİR?
Doç. Dr. Şafak Nakajima

İçimizde doğuştan var olan bir sezgi mi, zamanla öğrenilen dini ya da seküler kurallar/yasalar bütünü mü, yoksa toplumun bize yüklediği beklentiler mi?

Çoğumuz yaşamlarımızda olabildiğince “doğru olanı” yapmaya çalışırız. Ama bu doğrular kime göre ve neye göre şekillenir? Bazen yasaya uyan birinin aslında adaletsiz davrandığını hissederiz. Bazen de bir kuralı çiğneyen biri, içimizde vicdani bir karşılık bulur ve yaptığını onaylarız. Çünkü vicdanla yasa her zaman örtüşmez.

Bu noktada “etik” kavramıyla da karşılaşırız. Ahlak, bireyin iç dünyasından beslenen ve çoğu zaman aile, kültür, inanç gibi etkenlerle şekillenen bir değerler sistemidir. Etik ise daha çok sistemli ve evrensel ilkelere dayanan kurallardır. Bu ikisi her zaman örtüşmeyebilir. Yani bir davranış etik açıdan doğru olabilir ama bireyin içsel ahlaki pusulasına uymayabilir ya da tam tersi. Ancak ikisi de insanın karar alma sürecinde yol gösterici olabilir.

Lawrence Kohlberg, ahlaki gelişim kuramıyla tanınan bir bilim insanıdır. Ahlaki kararlarımızı verirken belirli aşamalardan geçtiğimizi savunur. Bu aşamalar, deneyimle, sorgulamayla ve seçimle şekillenir. Her birimiz bu yolculukta farklı bir yerde dururuz. Kimi zaman ahlaki gelişimin erken bir aşamasında takılıp kalabiliriz (bu bilgiyi lütfen aklınızda tutun; çünkü yazının sonunda kendinize soracağınız sorularda işinize yarayabilir).

Konu daha iyi anlaşılabilsin diye örneklerle ilerleyelim:

Bora altı yaşındayken annesiyle gittiği markette gözü bir çikolataya takılır. Annesinin almayacağını bildiği için tam elini uzatıp gizlice alacakken annesinin bakışıyla durur. Onun için çikolatayı çalmak değil, yakalanmak kötüdür. Davranışını belirleyen şey ceza korkusudur.

Zamanla Bora başkalarına yardım etmeyi öğrenir ama yaptığı iyiliğin karşılığını bekler. Sınıf arkadaşına ödev verir çünkü okul çıkışı onun yeni bisikletini denemek ister. Doğru davranış, onun için ne kadar işe yaradığına bağlıdır.

Ergenliğe yaklaştığında Bora için başkalarının gözündeki imajı daha önemli hale gelir. Annesine nazik davranır çünkü onun gözünde “iyi çocuk” olmak ister. Öğretmenlerinin takdirini kazanmak, arkadaşları tarafından sevilmek onun için değerlidir. Kahramanca davranışlar sergileyerek arkadaşlarının gözünde saygınlık kazanmayı hedefler. Ahlaki kararları, başkalarının onayına göre şekillenir.

Bora yetişkin olduğunda toplumun kurallarına daha sıkı bağlanır. Trafikte kimse yokken bile kırmızı ışıkta bekler. Çünkü kuralların, düzenin temeli olduğuna inanır. Yasa artık bir zorunluluk değil, toplumsal yapının dayanağı olur. Bu noktada etik ilkelerle bireysel ahlak arasında yakın bir bağ kurulabilir. Bora için artık sadece “cezadan kaçınmak” değil, toplumsal yararı düşünmek de önemlidir.

Ancak hayat her zaman kurallara göre işlemez. Bora doktor olur. Kliniğinde ölümcül bir hastalığı olan ve yaşam destek ünitesine bağlı yaşlı bir hasta vardır. Hasta konuşamamakta ama ailesi, hastanın daha önce “bu halde yaşamak istemediğini” defalarca dile getirdiğini söyler. Aile, yaşam destek ünitesinden ayrılmasını ve artık acı çekmemesini ister.
Tıbbi etik kurallar, hastanın yazılı onayı olmadan yaşam destek ünitesinin kapatılmasına izin vermez. Mesleki etik, hekimi bu müdahaleden alıkoyar. Ancak ailenin verdiği bilgiler ona inandırıcı gelir. Vicdanı, bu sürecin sonlandırılmasının daha insanca olacağını fısıldar. Bora için artık belirleyici olan sadece yasa ya da meslek ilkeleri değil; merhamet, insan ve hasta hakları gibi evrensel değerlerdir.

Bazı insanlar ahlaken daha da derin bir vicdani noktaya ulaşır. Bora çalıştığı özel hastanede ilaç alımlarında usulsüzlük olduğunu fark eder. Durumu öğrenen çoğu kişi sessiz kalmayı seçer. Kimisi “karışma, başını belaya sokarsın” der. O ise yönetimin tepkisinden, meslektaşlarının dışlamasından ve kariyerinin zarar görmesinden korkmadan harekete geçer. Kurum içi şikâyet mekanizmalarını kullanır, kamuoyunu bilgilendirir. Bu karar ne yasal bir zorunluluktan ne de kişisel kazanç beklentisinden kaynaklanır. İçinden gelen güçlü bir sorumluluk duygusu yön verir ona. Vicdan artık dışarıdan dayatılan bir kontrol değil, içeriden yükselen bir rehber olur. Bora işini kaybeder ama içi rahattır.

Hemen hemen tüm dünyada, insanların ahlaki gelişim sürecinde din önemli rolü oynar. Bora’nın ailesi de dindardır. Küçük yaşta ona çikolata çalmanın günah olduğu öğretilir. Başlangıçta ahlak, Tanrı’nın hoşnut olup olmamasına bağlanır. Bu, davranışı şekillendirir ama henüz içsel sorgulama başlamamıştır. Zamanla birey dini içselleştirirse, ahlaki gelişimle inanç arasında güçlü bir bağ kurabilir. Merhamet, sabır, adalet gibi değerler yalnızca inanç sisteminin değil, insan olmanın da temel taşları haline gelir.
Ancak bir başka gerçek daha vardır. Tarihte sayısız örneği olduğu gibi, dinin adı kullanılarak en büyük vicdansızlıklar da işlenebilir. İnsanlar baskı altına alınabilir, susturulabilir, dışlanabilir, hatta öldürülebilir. Din, sorgulanmadan yaşanırsa vicdanı beslemez, bastırır. Bu da ahlaki düşünceyi saptırabilir, hatta yok edebilir.

Ahlak, gördüğünüz gibi, ödül ve cezayla başlayan, insan bilinçlendikçe vicdani değerlere ulaşan bir yolculuktur.

Peki bizler, gerçekten benimsediğimiz değerlere mi inanıyoruz, yoksa bize ezberletilenleri mi tekrarlıyoruz? Ahlaki kararlarımızı verirken hangi sesi dinliyoruz? Korkularımızı mı, alışkanlıklarımızı mı, yoksa evrensel değerleri savunan vicdanımızı mı?

Bazen gözümüzün önünde bir haksızlık yaşanır. Bazen biri bize güvenerek sessizce yardım ister. Bazen kalabalıklar susarken bir ses olmamız beklenir. O anlarda biz ne yapıyoruz? Sessiz mi kalıyoruz, yoksa iç sesimize mi kulak veriyoruz?

Doç. Dr. Şafak Nakajima