Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam155
Toplam Ziyaret774361
Eski Bir Takıntı

Okuyan Kızlar Eski Takıntı

Hüseyin Seyfi

Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çevrenin baskısı ile,  “ahlakı bozuluyor” diye alınan kız öğrenciler günümüzde yaşıyorlar.

Yolda geçerken, Beden Eğitimi dersinde eşofmanlı kızları görüp, “Bunların her tarafı meydanda” diyerek yaygarayı basanlar, yaşları gereği bu dünyadan göçüp gitseler de aynı düşünceyi taşıyanlara, “bitti” diyemiyoruz.

Dedikodulara fazla dayanamayarak,  babası tarafından, Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  zorla alınmış, şimdilerde, yetmiş yaşından fazla bir kadınla yaptığım söyleşide, okuldan alınmasını daha dün gibi hatırlıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Evladım, o zaman okul çevresinde bile erkeklerle konuşmamız  yasaktı. Kendi köylüm Musa Kâzım, aynı okulda, ayağını duvardan aşağı sallar, erkekler bahçesinde kitap okurdu. Yanına varıp selam vermek, köy özlemimi gidermek isterdim, fakat sınıf ablam müsaade etmezdi. Nedensiz yere, sırf dedikodular yüzünden daha bir yılımı bile tamamlamadan, 12 yaşında, okuldan alınmam öyle zoruma gidiyor, öyle gücüme gidiyor ki, aha,  bugün aynı okulda okuyacaksın deseler gider okurum. Bu yaşıma kadar içimde bir acı olarak kaldı. Hacca gittim. Beş vaktimi kaçırmam. Kuran okurum. Sebep olanların, Allah o yobazların belasını versin!” diyordu.

Köyümde aydınlanma, kız çocuklarının okuması, Türkiye köylerine göre çok erken başlamıştır. Atmışlı yıllardan beri, tahsil açısından kız erkek ayrımı gözetilmedi.

Yetmişli yılların başında bir gün imam, hatırladığıma göre, “Üniversitelerde kızlar çocuk aldırıyor, okutmak caiz değildir” deyince, köylü tepki gösterip, imam hakkında imza kampanyası düzenlemiş ve imam merkeze aldırılmıştı. Sonradan bu imam ilçenin birinden, düşüncesine uygun bir partiden belediye başkanı seçildi.

Pakistanlı kız öğrenci Malala’yı çoğumuz tanıyoruz. Kız çocuklarının okuması uğruna küçük yaşta yaptığı mücadelede, kız çocuklarının okumasına karşı radikal güçler tarafından kafasından vurularak ağır yaralanmıştı.

Örneklerin bir sayfaya sığması mümkün mü?

Sevgili ülkemin gündeminde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kalan üniversiteli kız çocukları var. Belki de bir iki münferit olay yüzünden, üniversitelerde okuyan kız çocuklarının ana babalarının kulağına kar suyu kaçırılıyor ve bu yüzden dolaylı olarak itham altındalar. Ülkem konu üstünde çalkalanmakta. Her telden nağmeler vuruluyor.

Kaliteli bir eğitim verebiliyor muyuz?

Kızlarımıza sağlıklı, güvenli barınaklar sağlayabiliyor muyuz?

Onları bilinçlendirebiliyor muyuz?

Ne güzel yazmış yazarın birisi, “Gençliğini yaşayamayanlar gençliği tanıyamazlar” diyor.

Üniversite gençliğinin içinde bulunmayanlar, çağdaş gençliği tanımayanlar onlara nasıl güvensinler?

Bilmezler mi ki, onların merhabası sıcaktır, içtendir, candandır, samimidir ve dostçadır.

Kız erkek ilişkilerinde, her şeyi uçkura bağlamak,  medrese eğitimi almışların işi olsa gerek.

Hüseyin Seyfi

Köşektaş Köyü'ne Ortaokul Binası İnşa Etme Uğruna Yürütülmüş Çalışmalar

***Köşektaş Köyü'ne ortaokul binası inşa etme ereğiyle, 1975 yılının aralık ayında başlatılan, 1976 yılında sonuçlandırılan çalışmaların kimi safhalarını içeren yazıdır!***

Köşektaş Köyü benim anılarımda önemli bir yer tutar, çünkü orada yaşadığım her bir anı, ömrümü oluşturan karelerin birer parçalarıdır. Onları unutmam, yaşamımdan silip atmam söz konusu olamaz!

1968 yılında kurulan „Köşektaş Köyü Ortaokul Yaptırma ve Yaşatma Derneği’nin“ yöneticileri her ne kadar takdire şayan çalışmalar başlatmış ve yürütmüş olsalar da, yaşadıkları maddi sıkıntılar nedeniyle, ortaokul binasının inşasını başlatamamışlardı. Ortaokul binasının inşası için gerekli olan tüm hazırlıklar tamamlanmış, hatta temel atılmış, ancak bina yapımına başlanamamıştı.

O yıllarda, 1970`li yılların ortalarında, Köşektaş Köyü İlkokulu, her yıl kırkın üzerinde mezun veriyor, mezunların tümüne yakın oranı, orta öğrenimlerini devam ettirebilmek için, çevre il ve ilçelere akın ediyorlardı. Zaten kıt kanaat geçinebilen çoğu aileler, çocuklarının ilkokul sonrası eğitimlerini devam ettirebilmeleri için, çevre il ve ilçelerden, birer - ikişer odalı evler kiralıyor, kiraladıkları o evlere yüksek oranda kira ödüyor, bu da yetmiyor, bir öğretim yılı boyunca, sürekli git - gel yaparak, köy dışında okuttukları çocuklarına yiyecek, içecek ve yakacak taşıyorlardı.

Ailelerinin maddi durumu elvermeyen çocuklar ise, ne kadar yetenekli, ne kadar becerili olurlarsa olsunlar, ilkokul sonrası eğitimlerini devam ettiremiyorlar, ilkokulda aldıkları eğitimle yetinmek zorunda kalıyorlardı. Bu hem kendileri hem de ülkemiz için telafisi olmayan bir kayıptı.

Sorunun kaynağı belliydi. İhtiyaç olmasına rağmen, Köşektaş’ta orta eğitim veren bir kurum yoktu. Bu durum, köy halkını olduğu kadar, beni de rahatsız ediyordu. Bu nedenledir ki, gerek düğün ve cenaze merasimlerinde, gerek cuma hutbelerinde, bu sorunu sürekli canlı tutmaya, köy halkının duyarlılığını artırmaya çalıştım.

Sorunun çözümü de belliydi. Yaklaşık yedi - sekiz yıl önce, nice emek sarfedilerek kazılmış temel bizi bekliyordu. Yapılması gereken, köy halkını, özellikle de yurtdışında bulunan Köşektaşlı kardeşlerimizi güdüleyerek, yeni bir başlangıç yapmaktı. Zaten çok sürmedi. Zamanla hayallerimiz bir bir gerçekleşmeye, bu uğurda yürüttüğümüz faaliyetler, köy halkının büyük bir çoğunluğu nezdinde kabul görmeye başladı.

Bugün gibi hatırlıyorum. 1975 yılının aralık ayıydı. Öğle namazını henüz yeni kıldırmıştım. Cami kapısında Seyit Çavuş (Cesur)’la karşılaştım. Selamlaştıktan, hal hatır ettikten sonra, köy halkının ilkokul binasında toplantı halinde ve bir karar alma aşamasında olduğunu, benim de orada beklendiğimi ifade etti. İkimiz de, vakit kaybetmeden, ilkokula yöneldik. İlkokula vardığımızda, büyük bir kitle toplantı halinde idi. O zamanki dernek yönetiminde olan kimi arkadaşlar, daha okul girişinde bana yönelerek; inşasına devam etme kararı alınan ortaokul binası için ihtiyaç duyulan paranın tedarikini sağlamak amacıyla bir kişiyi görevlendirerek Almanya'ya gönderme kararı aldıklarını, görevlendirilecek o kişinin seçimle belirleneceğini, seçimde yarışacak adayların köy halkının önerisi doğrultusunda önceden belirlendiklerini, belirlenen o adaylar arasında benim de bulunduğumu ilettiler.

Köy halkının bana karşı göstermiş olduğu güven beni hem cesaretlendirmiş hem de gururlandırmıştı. Beni böylesi şerefli bir göreve layık gördüklerinden dolayı oradakilere teşekkür ettikten sonra; mesleğim icabı icra etmem gereken bir görevim olduğunu, bu sebepten dolayı yurtdışı görevinin, zaman sorunu olmayan, başka bir kardeşimiz tarafından üstlenilmesinin daha uygun düşeceğini söyledim. Ancak, oradaki kitle tarafından yapılan yoğun ısrar sonrası, aday olmayı ve seçime katılmayı kabul ettim. Daha sonra seçim için gerekli olan işlemler tamamlandı, kapalı oylama yapıldı. Yapılan kapalı oylama sonrası şahsıma verilen 105 oy gereği, dernek yönetimi tarafından Almanya'ya gitmek için görevlendirilmem gerekirken, kimi dernek yönetim kurulu üyelerinin öne sürdükleri şu gerekçe buna engel teşkil etti: “Gidemez, çünkü dernek yönetim kurulu üyeliği sıfatı yok!”

Bu gelişme üzerine, dernek yönetimdeki diğer arkadaşlar, dernek tüzüğünde yaptıkları bir değişiklikle, dernek yönetim kurulu üyeliği sıfatı edinmemi sağladılar. Yapılan ikinci oylamada, şahsıma verilen 104 oy gereği, aynı oylamada 94 oy alan Mehmet Tandoğan'la birlikte, Almanya'ya gitmek ve yardım toplamak maksatıyla görevlendirildim.

Tüm bu olup bitenlerden sonra, bir yandan pasaport için gerekli evrakların tedarikini sağlamaya başladım, bir yandan da Hacıbektaş İlçe Müftülüğü’ne müracaat ederek, yurtdışına çıkabilmek için, müsaade istedim. O yılların Hacıbektaş ilçe müftüsü sayın Bekir Özcan, bunun ancak yıllık izin hakkımı kullanarak ve yerine getirmekle yükümlü olduğum imamlık görevimi, yurtdışında bulunacağım zaman dilimi süresince, aksatmadan devam ettirebilecek bir vekil göstermem koşuluyla mümkün olabileceğini bildirdi. O yıllarda köyde bu görevi üstlenebilecek Mustafa Özdoğan vardı. Bu durumu kendisiyle konuştum, bir karara bağladım. Mustafa Özdoğan, yurtdışında bulunacağım zaman süresince, imamlık görevini üstlenecek, böylece köy cemaatı imamsız kalmayacaktı. Ben bu işlerle meşgul olurken, dernek yönetimi de mühür, makbuz gibi yardım toplamak için gerekli olan araç ve gereçlerin teminini sağlamaya çalışıyordu.

O günlerde, (Ocak 1976), yol arkadaşım Mehmet Tandoğan’ın eniştesi Mehmet Bozkurt arabayla Almanya’ya dönecekti ve yanında bizi de götürecekti. Bu durum bizim için bir fırsattı. Çünkü, Almanya'ya gitmek için, yol ücreti ödemeyecektik.

1976 yılının ocak ayı idi. Artık pasaport, mühür ve makbuzlar hazırdı. Yola çıkmamız için hiçbir engel kalmamıştı. Arkadaşlarla helalleştik, Mehmet Bozkurt ile birlikte Almanya’ya doğru yola çıktık. Çıktık ama, yolculuk boyunca geri çevrilme korkusu bizi bir türlü terk etmedi. Bulgaristan’ı sorunsuz geçtikten sonra, o yıllarda Yugoslavya’nın, günümüzde Slovenya Cumhuriyeti’nin Kranj Bölgesi’nde bulunan ve aynı zamanda Slovenya Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ljublujana kenti üzerinden, Jesenice (Yugoslavya tarafı) / Villach (Avusturya tarafı) hudut kapısına gece çok geç vakitte vardık. Yugoslavya – Avusturya Hudut Kapısı orta yükseklikten oluşan dağların göbeğinde ve yüksek bir noktada idi. Şiddetli ve dondurucu bir soğuk vardı. Jesenice’yi sorunsuz geçtik. Ancak Avusturya’ya girişte bizi eğlediler, arabadan inmemizi istediler. Yapılan sorgulama sonucu, Avusturya’ya girişimiz uygun görülmedi ve geri çevrildik. Korktuğumuz başımıza gelmiş, Avusturya hudut kapısından geri çevrilmiştik. Donup kalmıştık, ne yapacağımızı bilmiyorduk. Edilen bir yığın masraf, katedilen onca yol, çekilen eziyet ve zahmetten sonra geri dönüşü bir türlü kabullenemiyor, çaresizlik içinde kıvranıyorduk.

Neden sonra Almanya’ya, Ljublujana üzerinden, demir ya da hava yoluyla geçme kararı aldık. Dışarıda kuru ve dondurucu bir soğuk vardı, durulacak gibi değildi. Hemen arabaya bindik ve sürdük. Kısa bir yolculuktan sonra Ljublujana’ya vardık. Mesai saatinin başlamasıyla birlikte, Almanya’ya bilet satın almak için, önce demir, sonra da hava yolları bilet satış noktaların müracaatta bulunduk. Ancak her iki noktadan da Almanya için bilet satın alamadık. Her iki kurumun da gerekçesi: Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan kendilerine iletilen bir talimat doğrultusunda, kurum olarak, Almanya istikametine turist taşımama kararı aldıklarını ve bu nedenle de bize bilet satamayacakları yönünde idi. O yıllardaki yoğun işçi akınını durdurabilmek için, Alman Dışişleri Bakanlığı bu yönde bir önlem almayı gerekli görmüştü ve bu nedenle giriş kapılarında yapılan kontroller sıkılaştırılmıştı.

Hangi kapıya yönelsek yüzümüze kapanıyordu. Çaresiz, bitkin ve üzgündük. Geri dönmekten başka seçeneğimiz kalmamıştı. Ancak köye nasıl varacaktık, kime ne diyecektik, bilemiyorduk. Mehmet Bozkurt’la ağlaşarak vedalaştık. O arabasıyla Almanya’ya yöneldi, biz kalacağımız otele. Ljublujana’daki bir otelde geceledikten sonra, ertesi gün, saat 11:00 sularında, demir yoluyla İstanbul’a hareket ettik.

Saklanmaz bir gerçektir ki, Avusturya sınırından geri çevrilişimiz, kimileri tarafından sevinçle karşılanmıştı! Bu bizi yıldırmamış, ancak üzmüştü!

Aradan çok bir zaman geçmedi. Birkaç hafta sonra, (Mart 1976), dernek yönetimi almış olduğu bir kararı bana iletti: ’’Almanya vizesi için müracaatta bulunmak amacıyla, gerekli evrakları temin ederek, Ankara’ya gitmem talep ediliyordu.’’

Konuyu dernek yönetimiyle enine boyuna konuştuktan ve bir karara bağladıktan, gerekli evrakları tedarik ettikten sonra, Hacı Mehmet Akdemir ile birlikte, Ankara’ya doğru yola koyulduk.

Ankara’ya vardığımızda, o yıllarda Ulus Polis Karakolu’nda görevli olan Ertan Akdemir’in Mamak’daki evine misafir olduk, orasını ikamet gösterdik. Vize ve otobüs bileti için, o yıllarda Türkiye - Almanya arasında transit yolcu taşımacılığı yapan Bosfor Turizm Şirketi’ne, başvuruda bulunduk. Hemen ertesi gün, Almanya’ya gidebilmem için gerekli olan vize de, otobüs bileti de hazırdı. Tüm bu işlemler için Bosfor Turizm Şirketin’i tercih etmiştik. Çünkü Ali Osman’ın Hasan (Hasan Dündar) da aynı şirket otobüsüyle, aynı gün ve aynı saatte, Almanya’ya hareket edecek ve böylece bana arkadaşlık edecekti. Böyle uygun görmüş, böyle kararlaştırmıştık. Artık tüm hazırlıklar tamamdı. Köye dönüp hareket gününü beklemeye başladım.

Hareket günü gelip çattığında, Ali Osman’ın Hasan ile birlikte, Ahmet Ağa’nın Bekleme (Uçkuyu)’den, Kayseri otobüsüyle Ankara’ya, oradan da Bosfor Turizm Şirketi’ne ait bir otobüsle Almanya’ya hareket ettik. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, Maribor (Avusturya) ve Salzburg (Almanya) sınır kapılarını sorunsuz geçtik.

Önce Münih kentine vardım. Münih ve çevresinde bulunan Köşektaşlılar tarafından büyük bir teveccüh ve ilgi ile karşılandım. Zaman kaybetmeden yola koyuldum, Münih’ten sonra Mainz’e vardım. Münih’de olduğu gibi, Mainz’de de büyük bir teveccüh ve ilgi ile karşılandım.

Merkez olarak Mainz’deki Cam Firması’nın Hayımı’nı belirledik. Çünkü orada çok sayıda Köşektaşlı ikamet etmekteydi. Orada yapmış olduğumuz ilk toplantıda: ’’Madem ki dernek yönetimi böyle bir karar aldı ve sizi buraya gönderdi, biz elimizden geleni yapmaya hazırız! Almanya’daki Köşektaşlılar olarak, kimseye el avuç açmadan, bu işi kendimiz başaracağız!’’ şeklinde bir karar alındı. Bu karar Almanya’daki tüm Köşektaşlılara ulaştırıldı.

Toplantıda alınan bu karardan sonra, yapılacak yardımların umulandan yüksek olacağını sezinledim. Köyle irtibata geçerek, ihale işini bir an önce halletmelerini önerdim. Bu önerim üzerine ihale, ben daha Almanya’da iken, Gülşehir’in bugünkü (2009) belediye başkanı sayın Erol Ünlüsoy’a verildi. Binanın inşaasına ise, ben döndükten hemen sonra başlandı.

O yıllarda yurtdışında bulunan Köşektaşlılar, yeni kurulan dernek ve yaptığı çalışmalardan haberdar olduklarından, gerekli hazırlık ve tedariki yapmışlardı. 1976 yılı, Osman Şeref’in işsiz olduğu yıldır. Almanya’da bulunacağım süre boyunca, Almanya’nın çeşitli kentlerinde yaşayan Köşektaşlılara beni arabasıyla Osman Şeref ulaştıracaktı. Almanya ziyareti bu şekilde tertip edilmiş, bu şekilde de uygulanmıştır!

Osman Şeref’le Almanya’yı kent kent dolaştık. Mainz’den sonra Köşektaşlıların yaşadığı diğer kentlere yöneldik. Stuttgart, Dortmund, Duisburg, Köln ve çevrelerinde bulunan tüm Köşektaşlılara ulaştık. Köşektaşlılar, ortaokul namına verdikleri yardımlara ek olarak, yakıt giderlerini karşılamak amacıyla, Osman Şeref’e ek yardımda bulunuyorlardı. Yukarıda da belittiğim gibi, Osman Şeref işsizdi ve yakıt giderlerinin bir türlü karşılanması gerekiyordu. Zaten yakıt giderlerinden başka bir giderimiz de yoktu. Köşektaşlıların kaldıkları hayımlarda eğleşiyor, onların pişirdikleri yemeklerden yiyor, onların içtikleri içeceklerden içiyorduk. Bu nedenle de, barınma-yeme-içme gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için, bir kuruş bile harcamıyorduk.

Mesafe olarak Mainz’e hayli uzak olan ve az sayıda Köşektaşlının yaşadığı Hamburg ve diğer kıyı kentlere gitmeyi uygun görmedik. Bu kentlerde yaşayan Köşektaşlılara haber göndererek, yardımlarını köydeki eşleri aracılığıyla ulaştırmalarını önerdik. Bu önerimiz sonrasıdır ki, kendilerine Almanya’da ulaşamadığımız Köşektaşlılar yardımlarını köydeki eşleri aracılığıyla ulaştırmışlardır.

Son durağım Frankfurt’tu. Frankfurt’taki Köşektaşlılar beni, beklemediğim bir eda ile ağırladılar, uçak biletine varana dek temin ettiler, sade bir törenle uğurladılar.

Özel bir havayolu şirketinin Charter uçağıyla İstanbul’a, İstanbul’dan, Türk Hava Yolları’nın iç hatlar uçağıyla, Ankara’ya geçtim. Ankara Esenboğa Havaalanı’ndan kiraladığım bir taksi ile Ankara Terminali’ne, oradan da otobüsle Ahmet Ağa’nın beklemeye vardım.

İnanılır gibi değildi. Otuz sekiz gün sonra toplanan meblağ, tamı tamına, 101.000 DM (Deutsche Mark) idi! Bir ara, Fransa’ya gitme kararı da almştık, ancak; “Ne olur, ne olmaz, sınırda sorun çıkabilir, bu da bize pahalıya mal olur.” kuşkusuyla vazgeçmiştik.

Yaklaşık kırk gün sonra beklenenden fazlasını elde etmiş olmanın verdiği keyifle varmıştım Köşektaş’a. Almanya’da biriken 101.000 Alman Markının bir kısmını, 4,50 TL karşılığında bankaya, bir kısmını da, 5 TL karşılığında Kızılağıllı Hacı İbrahim’e bozdurmuştuk. Yüklü bir meblağ birikmişti. Bu nedenledir ki, aslında üç derslik olarak tasarımlanan ortaokul binasının planını altı derslik olarak değiştirmiş ve uygulamaya sunmuştuk. Tüm masraflar karşılandıktan sonra, bir miktar daha para artmıştı. Artan o parayla, o dönemin Nevşehir İl Bayındırlık müdürü sayın Hamdi Tüfekyapan’ın desteğini de alarak, Karşı Mahalle’deki Sağlık Ocağı binasının yapımını gerçekleştirmiştik.

Yine o yıllarda, Ali Kea’nın Bayram (Karatekin) ve köy halkının desteğiyle, ek bir birikim sağlamış, sağlamış olduğumuz o ek birikimle minareyi yaptırmış, mezarlığın etrafını tel örgüyle çevirtmiş, imam evinin de tamiratını yaptırmıştık.

1976 yılında, ortaokul binasının inşaatı henüz devam etmekte iken, sık sık Ankara’ya gitmiş, ortaokulda eğitim ve öğretime daha o yıl başlanması için temaslarda bulunmuştum. O yıllarda Nevşehir milletvekili olan sayın Hüsamettin Başer’in bu konuda bana yardımı dokunmuş ve bu uğurda sarfettiğim çabalarımın hiçbiri boşa gitmemişti.

İzleyen günlerde sade bir açılış töreni düzenlemiş, Köşektaş Köyü Ortaokulu’nun açılış töreni için o yılların Nevşehir Valisi sayın Macit Sönmez’i, İl Millieğitim Müdürü sayın Yılmaz Atalay’ı, Köşektaş’a davet etmiştik. Nevşehir Valisi sayın Macit Sönmez’in açılış konuşmasının hemen başında bana dönerek söylemiş olduğu şu sözler hâlâ belleğimde:

"Bir din görevlisinin bu tür çalışmalarla içinde yaşadığı topluma faydalı olması takdir edilmesi gereken bir davranıştır! Üstün gayretiniz, özverili çalışmalarınız ve başarınızdan dolayı sizi tebrik ediyorum!"

Daha sonra törende hazır bulunan öğretmen arkadaşlara dönerek:

"Bir köy imamının elde etmiş olduğu başarıyı görmekteseniz. Bu davranış hepinize örnek olsun!" diyerek konuşmasına devam etmişti.

Köşektaş’a ait anı ve hatıraları unutmak ne benim için, ne eşim için, ne de çocuklarım için mümkündür. İstenmeden yaşanmış kimi olumsuzluklar olmuş olsa da, biz hiç kimseye kırgın ve dargın değiliz. Tüm Köşektaşlıları saygı ve sevgiyle selamlıyoruz.

Nuri Biçer l Köşektaş Köyü İmamı

Fotograflar: - Köşektaş Köyü Ortaokul Binası l Cengiz Şen l 2006 - Köşektaş Köyü Sağlık Ocağı Binası l Cengiz Şen l 2006

*Yazıntı ve bireşim: Lütfullah Çetin, 2009

  
701 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın
Urgan
Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..



Özer AKDEMİR

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL