Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi4
Bugün Toplam93
Toplam Ziyaret738756
Mutlu Yıllar

Sürekli anlaşmazlığın ve uyumsuzluğun nedenleri; kadınla erkek arasındaki dinsel ve yasal engeller ile toplumların arasındaki sınırlar ve kurallardır!
Adnan YALIM


Yeni yılda çocuklarınıza, bilgi yerine, özgün olanı; sporu, müziği, resim çizmeyi, kitap okumayı, yemek yapmayı, insanların birbirlerinden farklı olduklarını anlamalarını sağlamak için de, sanatı öğretin!

Çocuklarınıza ayrıca; sembol ve ritüeller yerine,

Değerleri; dil ve sanat, hukuk ve tarih, sorumluluk ve sorgulama, çevre ve iklim bilincini...

♠ Yaşamayı; kimseden emir almadan ve kimseye emir vermeden yaşamayı...

Benlik edinmeyi; "kul benlik" değil, "özerk benlik" edinmeyi...

Düşünmeyi; kimseden emir almadan, bağımsız düşünmeyi...

İnanmayı; safsatalara değil, başarıya inanmayı...

Başkalarına değer vermeyi...

Ekip çalışmasının önemini... 

...öğretin çocuklarınıza!


SANAT, FELSEFE VE BİLİM YAZILARI



İnsan aklının iyiye ermesi bilgiyle; insanın çevresinde gelişen olayların kaynaklarını özdevinir bir akıl dürtüsüyle sorgulaması ise
ancak ve ancak billinçle olasıdır!
Musa Kâzım Yalım

Köşektaşlı kalemşör Musa Kâzım Yalım'ın oynattığı kalemden fışkıran mürekkeplerin yarattığı yazı dünyaları.

24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla Ankara`da vereceği bir konferans için hazırlamış olduğu 4 bölüm ve 33 sayfadan oluşan, sanatsal ve bilimsel değeri oldukça yüksek bu yazıyı köyümüz sitesine armağan etmiş olmasından ötürü sayın Musa Kâzım Yalım`a şükranlarımızı sunar; katkılarının salt bu yazıyla sınırlı kalmamasını, sürekli olmasını umut eder; dünyamızın en fedakâr varlıkları olan öğretmenlerin 24 Kasım Öğretmenler Gününü kutlarız!  kosektas.net

24 Kasım Öğretmenler Günü
I, II
Musa Kâzım Yalım
Hasanoğlan Köy Enstitüsü Mezunu

I - Dünya Görüşleri ve Öğretmen

Metafizik (doğaötesi) felsefeye dayalı, düşsel ve dinsel dünya görüşüyle; eytişimsel özdekçi felsefeye bağlı, bilimsel dünya görüşü, veya maddeci diyalektik felsefeye bağlı bilimsel dünya görüşünün tarihsel gelişim doğrultusunu incelemek suretiyle, bu dünya görüşlerinden hangisinin çağdaş ve bilimsel aydınlık dünyayı oluşturduğuna dair belli bir bilinç düzeyine ulaşması öğretmenin asli görevidir.

Genelde insanlık, şimdilik iki büyük dünya görüşüyle birlikte yaşamaktadır.

24 Kasım 2007 Öğretmenler Günü’nde, başta Milli Eğitim Bakanımız olmak üzere, öğretmen ve öğretmenlikle ilgili herkes bir şeyler söyleyecektir. Ama, öğretmen ve öğretmenliğin çağdaş bir değer olduğunu ve “Bilimsel Dünya Görüşünün” içinde yer alması gerektiğini belki de hiç kimse söylemeyecektir. Oysa; çağlara, yön ve biçim veren öğretmen ve bilimsel dünya görüşüdür.

Rönesans hareketi; insanlığın var oluşundan beri sürüp gelen, metafizik felsefeye dayalı, düşsel ve dinsel dünya görüşüne karşı, eytişimsel özdekçiliğe dayalı “Bilimsel Dünya Görüşünü” yaratmıştır.

Öğretmen; eğitim ve öğretimin çağdaş, bilimsel yapısı gereği, bilimsel dünya görüşünün yanında yer almak zorundadır.

Öğretmen; bu ulusun sonsuza dek yaşamasını istiyorsa; emperyalist ülkelerin elinde tutsaklık zinciriyle bağlı kalmasını istemiyorsa, “akıl ve bilim yok, Tanrısal irade vardır.” körinancına karşı savaşım vererek, onun yerine deneysel bilim ve güzel sanatları içeren; aklın ve bilimin egemenliğini sağlamakla yükümlüdür.
Din, devlet yönetimi olmaktan çıkmış, bireylerin ibadeti olarak kalmıştır. Laik devlet biçiminin gereğidir bu.  

  • Körinanç, hurafe, tarikat ve mezheplerle beyin yıkamaya yönelik, “Metafizik Dünya Görüşüne” karşı; öğretmen, “Bilimsel Dünya Görüşünü” yaşama geçirmek için kahramanca savaşım vermekten kaçınmamalıdır.
  • Öğretmenlik mesleğinin gereği, öğretmenin içinde yer alması gereken dünya görüşü “Bilimsel Dünya Görüşüdür”, çünkü çağları değiştiren ve ona yön veren, bilim, güzel sanatlar ve öğretmendir.
  • Bilimle atbaşı giden öğretmen ve öğretmenliğin, “Bilimsel Dünya Görüşünün” içinde yer alması bir zorlama değil; doğal ve kendiliğinden oluşan bir olgudur. Öyleyse, öğretmen, “Çağdaş ve Bilimsel Eğitimin” yaratılışına yön veren bilimsel gelişmenin tarihini, bir pedagojik eğitim kadar, iyi bilmek zorundadır.
  • Çağdaş dünyada yürünmekte olan bilimsel yolun nasıl oluşturulduğunu bilmek, öğretmenin kişiliğini geliştirecek, ona güven sağlayacaktır.
  1. Metafizik (doğaötesi ve bilimdışı) felsefeye dayalı "düşsel ve dinsel dünya görüşü;
  2. Eytişimsel özdekçiliğe dayalı "bilimsel dünya görüşünün" oluşması:

Metafizik felsefeye dayalı dünya görüşünün doğuşu:

İnsanlığın var oluşundan itibaren varlığını sürdüren metafizik düşsel ve dinsel dünya görüşü, insanların, doğa olayları ile ilgili araştırmaları ilk önce bilimsellikle başlamış, ama deneysel bilim metodunu iyice bilmedikleri için, doğa olaylarının sırrını çözememişlerdir. İnsanlar, buna rağmen her şeyi ve doğa olaylarını hep merak etmişlerdir. Bu kez insan, doğal olaylara neden olan gizli bir güç vardır diye düşünmüş, O zaman karın, yağmurun, yıldırımın, şimşeğin, depremin, hastalıkların, ölümlerin ve tüm doğal olayların zararlarından korunmak için, gizli ve yüce bir güce el açıp yalvarıp, yakarmaya başlamışlar. Bu yalvarış ve yakarış hayal edilen yüce bir güce sığınmaya dönüşmüş.

İnsan, doğanın ortasında varlığını sürdürmek için hayal edilen veya hissedilen ve Evrende var olan her şeyin yaratıcısı yüce güç ve enerjiye yalvarıp sığınmakla din anlayışı ve metafizik felsefeye bağlı dinsel dünya görüşü doğmuş, yani doğaötesi, doğanın dışında, doğa ve madde ile ilgisi olmayan düşsel düşüncelerle algılayamadığımız Allah veya Tanrı yani yüce güç hissedilir olmuş. Böylece tek Tanrılı büyük dinlerin temelleri atılmış ve bu temeller üzerine metafizik felsefeye bağlı düşsel ve dinsel dünya görüşü yaratılmıştır. Bu oluşum ve gelişmeden sonra, insanlar, yaşamlarını, uygarlıklarını ve kültürlerini hep, metafizik düşsel ve dinsel dinsel dünya görüşüne göre düzenlemeye başlamışlardır.

Daha sonraları, bu dünya görüşü, tek Tanrılı dört büyük dinin Peygamberleri tarafından da en yüksek düzeye ulaştırılmıştır.

Bu gelişmeden daha önceleri insanlar hep birlikte kazanıp, birlikte tükettikleri sırada, yani ilkel kominal toplum düzeni içinde yaşarlarken, insanlar arasında ticaret olayının başlayıp kar düzeninin hayata geçmesiyle, zenginlik - fakirlik başlamış, bu gelişmenin doğal sonucu olarak iyilik - kötülük de başlamıştır. İnsanlar arasındaki geçimsizliğin durdurulup, sakin bir toplum hayatının sağlanması için Peygamberler devreye girmişler. Peygamberlerin araya girmesiyle, zenginlerin mutluluğunun ebedi değil; geçici olduğu anlatılarak, yoksul ve emekçi kesimin, ölüm ise, ölüm ötesi – öbür dünyada ebediyen (sonsuza dek) mutlu olacakları empoze edilerek yoksul kesimin öbür dünyadaki mutluluğa inanmaları sağlanmıştır. Ve böylece, ölüm korkusu da zihinlerden arınmış oluyordu...

Varsıl – yoksul arasındaki geçimsizlikve kavga önlenmiş olup, varsıl ve rahat kesimin, bu dünya yüzündeki mutluluğunun devamlılığı sağlanmıştır. Peygamberlerin bunca mücadelesinden sonra varsıl – yoksul arasındaki kavga ve kan son bulmuş toplumsal sükûnet (dinginlik, yatışma) sağlanmıştır.

Bu büyük gelişmeden sonra, “metafizik felsefeye dayalı düşsel ve dinsel dünya görüşü rayına oturmuş, insanları sürekli etkilemiştir.” Bu etkileyiş, Rönesans hareketiyle, hızını kesmiştir.

Varsıl – yoksul arasındaki ayrıcalık hiç adil ve doğru olmadığı halde, başta Hıristiyan dünyası olmak üzere, büyük dinlerin hemen hepsi, Allah’ı da bu adaletsizliğe ortak etmişlerdir. Böyle bir din anlayışı insani (hümanist) değerlerle asla ölçülemez ve bağdaştırılamaz. Büyük din devrimcisi, Martin Luther, Hıristiyanlığı yorumlayarak demiştir ki;

“Ekonomik ve sosyal eşitsizlik bir Tanrı düzenidir. Bu ilahi düzen olduğu gibi korunmalıdır.”

İslâm dininde de buna benzer bir görüş ve yorum egemendir. Şöyle ki: “Evren, dünya, doğa, insanlar ve tüm varlıklar hep hiyerarşik bir düzen içinde yaratılmışlardır.”

Yani her şey büyüklü – küçüklü, kademe - kademe yaratılmış olduklarından, insanların ruhsal ve fizik yapıları nasıl birbirlerine benzemiyorlarsa, insanların ekonomisi de hiyerarşik düzen içinde  kademe - kademe, büyüklü – küçüklü varsıl ve yoksul diye ikiye ayırarak yaratılmıştır.

“Ben niçin fakir yaratıldım da, bir başkası zengin yaratıldı.” diye “Allah’ın, insanların kaderlerini belirleyen emir ve buyruklarına karşı asi gelenlerin öbür dünyada tekrar tekrar yakılmak üzere gideceği yer cehennemdir.” diye insanlar susturulmuştur.

M.Ö. VIII. Yüzyıldan başlayıp, M.S. V. Yüzyıla kadar 1300 yıl devam eden Antikçağ Yunan Uygarlığının yeni yeni filizlendiğini görüyoruz.

Bu uygarlığın ayrıca özelliği, deneysel bilim ve güzel sanatlara yönelik oluşudur.

Bir yandan da Antikçağ Yunan Uygarlığına parellel olarak gelişip güçlenmeye başlayan tek Tanrılı büyük dinlerden Hıristiyanlık, hızla gelişirken, sanki, dine karşı, bilimsel gelişmeyi önceden farketmişçesine, Antikçağ Yunan Uygarlığının yaratacağı, “eytişimsel özdekçi felsefeye dayalı bilimsel dünya görüşünün” önüne geçip dur diyecek, “metafizik felsefeye bağlı düşsel ve dinsel dünya görüşünü” ilkellikten kurtararak, daha anlamlı ve görkemli bir dinsel dünya görüşünü oluşturmanın hazırlığını yapıyor gibiydi. Hıristiyan dünyası bu hazırlığı yapadursun. Biz, Antikçağ Yunan Uygarlığını yaratanların etkinliğine bakalım.

Thales, Pisagor, Öklit, Arşimet gibi büyük matematikçi bilginler, matematik biliminin geometri ile ilgili yaratıcı  düşüncelerinin doğruluğunu kanıtlamak için, ilk defa “bilimsel bilgi” için, deneysel metodu yaşama geçirmişler.

Diğer yandan Heraklit, (M.Ö. 344 – 475), tüm varlıklarda doğal olarak var olan devinim, değişim, iç çelişki ve  çatışmanın sonucu, evrenin, doğanın, toplumun ve düşüncenin oluşma yasasını oluşturan diyalektiği keşfetmiştir. Ona göre, diyalektik ve var oluş, evrenin temel yasasıdır. Dünyanın özü işte budur. Heraklit, evrenin en genel yasasını bütün şeylerin kalımsızlığında, durulmamışlığında ve her varlığın bu sürekli değişmesinde görmüştür. Her şey akar, her şey değişir ve hiçbir şey kalıcı değildir. Bu nedenle, “Aynı ırmağa iki kez giremeyiz.” Değişim, devinim ve çelişki dünyanın egemen ilkesidir.

Heraklit, Antikçağ Yunan Uygarlığının en parlak zekasıdır. Devim ve değişmenin doğasal ve insansal yapıda temel olduğunu ilkin o, görmüş, eytişimsel düşünceyi ilkin o gerçekleştirmiştir.

Metafizik dünya görüşü, her şeyi donmuş ve değişmez kabul eder. Oysa, diyalektik olarak kesin, mutlak hiçbir görüş, hiçbir fikir,  hiçbir inanç, hiçbir iktidar ebedi ve kutsal değildir. Bu diyalektiğin yasasıdır.

Diyalektik yasaya uymayan yalnız, dinsel inanç, körinanç ve hurafelerdir.

Güneş’in ateş parçasından olduştuğunu keşfeden Anaksagoras;

Atomcu teorinin kurucusu Demokritos;

Tıp biliminin kurucusu ve babası Hippokrat;

Sokrates, (İ.Ö. 468 – 400), “Bir şey biliyorsam, (o da), hiçbir şey bilmediğimdir.” sözüyle bilginin ve bilgilenmenin önemini vurgulayarak (bilgi sevgisi) kurucusu olmuştur.

Aklımızın, iyiye ermesi, bir bilgi işidir. Toplumsal ahlakın gelişip yükselmesi bilgilenmeye bağlıdır.

O’nun felsefesinde, (diyalektik materyalizme) kadar bütün felsefe sistemleri ve dünya görüşleri Sokrates’ten izler taşır. O, ahlakla ilgili görüşleriyle Ahlak Felsefesi’nin kurucusudur. Hatta, evrensel bir ahlak sisteminin oluşturulmasını düşündüğü de söylenmektedir.

Sokrates, “Tümevarım” (endüksiyon) yönteminin kurucusudur.

Sokrates, düşünmenin faydalarını göstererek insanlara düşünmeyi öğretmeye çalışmıştır. O, insanlaşmanın yolunun, bilgilenmekten geçtiğini ortaya koymuştur. Gençlerle diyalog kurarak, onların bilgilenmesini sağlamaya çalışmıştır. Bu yüzden gençlerin dinsizleşmesine yol açtığı gerekçesiyle, dinsizlikle suçlanarak baldıran zehiriyle ölüm cezasına çarptırılan Sokrates;

- İlk sosyalist düşüncesiyle, Antikçağ Yunan Uygarlığının ilgisini çeken ve Metafizikçi görüşüyle, başta Hıristiyan dünyasını ve sonra da İslâm dünyasını derinden etkileyen Eflatun;

- Metafizik görüşüyle, dinsel inançlar doğrultusunda Hıristiyan ve İslâm dininin ilahıyatında çok derin etkiler yapmakla beraber, materyalist görüş ve düşünceleriyle doğa ve toplumsal alandaki ortaya koymuş olduğu bilimsel gerçeklerle bilim dünyasını etkileyen Aristotales ve diğer düşünür ve bilginler Antikçağ Yunan Uygarlığının yaratıcılarıdır.

Gittkçe gelişip güçlenen Antikçağ Yunan Uygarlığı Hıristiyan dünyasının dikkatini çekmeye başlamıştır. Bilim ve güzel sanatlara dayalı Antikçağ Yunan Uygarlığının dini inançları zayıflatıp sarsacağını düşünen kilise babaları, bilim ve güzel sanatların gelişmesini durdurmak için savaş başlatmışlardır.

Hıristiyan dünyasının gelişip güçlenmeye başladığı çağda, bilim düşmanlığı da başlamıştır. Bilimsel uygarlığın yayılmasını hemen önlemek amacıyla; Antikçağ bilim adamlarının, bilimsel çalışmalarının önünü kesmek için, M.S. 390 tarihinde İskenderiye’deki 700 bin ciltlik kütüphanenin, kilise babalarının kışkırtmasıyla halk tarafından yakılarak, bilimsel araştırmalar durdurulmuştur.

Kütüphanenin yakılışını gören Romalı büyük tarihci Flavius, bu  çılgına dönmüş kalabalığın arasından son bir defa geriye dönüp Museion’un (kütüphanenin) açık kapısından dışarıya savrulan dumanlara bakarak bağırır: “Hey Tanrılar! Merhamet edin! Yedi yüz bin ciltlik bilgi ve hikmete kıymayın! O bütün insanlığın malıdır, sizin değil!”

İskenderiye’deki kütüphanenin yakılışıyla ilgili olaydan 25 yıl sonra, M.S. 415’de de İskenderiyeli kadın matematikçi Hypatia’nın, matematik bilimiyle ilgili yeni bilimsel araştırmalarla, yeni buluşlarına son vermek için başpiskopos Kyril’in halkı kışkırtmasıyla, büyük matematikçi Hypatia parçalanarak öldürülmüştür. Bu bilim kahramanı matematikçi Hypatia ilk bilim şehitlerindendir.

Metafizik felsefeye bağlı “dinsel dünya görüşü, kendisinin doğru olduğunu deneyle kanıtlayamadığı için, bu görüşün tek sığınağı kavga ve kandır. Çünkü metafizik, fizik ötesi veya doğaötesi düşsel ve dinsel görüşlerin doğruluğu deneyle kanıtlanamaz.

İskenderiye’deki bu olaylardan sonra, artık bilimsel araştırmalar yapılamaz olmuş; Antikçağ Yunan Uygarlığı Rönesans hareketine kadar tam bin yıl yerinde saymıştır.

Metafizik felsefeye bağlı düşsel ve dinsel dünya görüşünün karşısına; materyalist felsefeye dayalı yeni bir bilimsel dünya görüşü oluşturmak üzereyken; Antikçağ Yunan Uygarlığı, Hıristiyan dünyası tarafından susturulmuş olup, “bilimsel dünya görüşüne” geçit verilmemiştir.

Aradan bin yıl geçtikten sonra; M.S. XV. yüzyılda hümanizmin etkisiyle başlayan ve Antikçağ Yunan Uygarlığına dayalı deneysel bilim ve güzel sanatlarla yeniden hayat bulmuş olan çağdaş dünyanın temeli ve güneşi Rönesans hareketi; yine Hıristiyanlığın bilim düşmanlığına takılmıştır. Bilim adamları ve bilim sempatizanlarına yönelen ölüm tehditleri, bu kez de engizisyon mahkemelerini devreye sokmuştur.

Rönesans hareketiyle bilimsel çalışma ve araştırmalar yeniden başlamıştı.

Bunu gören hırıstiyan dünyası ve kilise babaları, engizisyon mahkemeleriyle bilim üretenleri cezalandırarak deneysel bilime son vermeye çalışıyorlardı. Fakat bilim kahramanları öldürülmekten korkmuyorlardı; XVI. asırdan XIX. asra kadar dahiler döneminde birçok bilim patentleri ortaya konmuş, ölüm olayları bilim üretmeyi bir türlü durduramamaıştır.

Kilise babalarının emrinde çalışan engizisyon bilim adamına din düşmanı gözüyle bakıyordu. Engizisyon mahkemeleri 600 bin kişinin yaşam hakkına son vermiş, yalnız bunların 200 bin kişisi yakılarak öldürülmüştür.

Ortaçağ boyunca din düşmanı diye tam 3 milyon masum insanın yaşamına son verilmiştir. Fakat sonuçta bilim dünyası, başarıya ulaşmış ve metafizik düşsel felsefeye dayalı “dinsel dünya görüşüne” karşı; eytişimsel özdekçiliğe dayalı “bilimsel dünya görüşünü” yaratmıştır.

Batı dünyası, bilimsel başarının sonunda sosyal bir kabuk değiştirmiş, dinin baskısından kurtulmuş, laik ve demokratik düzen hayata geçmiş. Toplumsal yaşam bütün yönleriyle değişmiş her şey bilim ve güzel sanatlara göre biçimlenmiştir.

-       Rönesans hareketiyle: Aklın egemenliği, aklın yaratıcılığı ve aklın özgürlüğü sağlanmıştır.

-       Özgür ruh, eleştirel ve hür düşünce sistemi oluşturularak insanlar, dinsel baskıların altından kurtulmuşlardır. Böylece aklın, inançtan; bilimin, dinden bağımsızlaşması sağlanmıştır.

İbadet ve inanç, bireylerin özgür ve hür iradesine bırakılarak, laik ve demokratik bir sistem gereği, dini konular, yasal ve toplumsal bir konu olmaktan çıkmıştır.

Rönesans hareketi, Leonardo da Vinci, Kopernik, Kepler, Galileo, Newton gibi bilim ve sanat adamlarıyla ilerici yazarların, bilim ve sanat sempatizanları insanların omuzlarında yükselmiştir.

Batı dünyasında, Rönesans hareketiyle “bilimle barışık, bilimsel akla sahip” görüş ve düşünceleri ve her şeyi bilimsel değerlere göre yorumlayıp değerlendiren çağdaş doğrultuda yeni bir toplum düzeni oluşturulmuş, eytişimsel özdekçiliğe dayalı “bilimsel dünya görüşüne” göre yeni bir devlet ve yeni bir toplum düzeni yaratılmıştır. Yani “Bilimsel Dünya Görüşünün” egemenliği sağlanmıştır.

Ortaçağ’daki Hıristiyanlığın bilim düşmanlığı, şimdi olmuş, çağımızda bile, islam dünyasında halâ yaşanmaktadır. Fakat, Ortaçağ Arap – İslam uygarlığının kuruluşundan beri, İslam dünyasında, deneysel bilim, üretmek için çalışmalar yapılmadığı ve bilimsel bilgi (deyensel bilgi) dışlandığı için, Hıristiyan dünyasında olduğu gibi, din uğruna, toplu katliamlar yaşanmamıştır.

Eş’ari (873-936) ve Gazali’nin (1058-1111), deneysel bilim ve güzel sanatları, “insanları yok yere meşgul eden bir safsatadır.” diye dışlamışlardır. “Akıl yok, tanrısal irade vardır.” diyerek, asıl bilimin Kuran’da olduğuna dair yorumlar yapmışlardır.

Eş’ari ve Gazali’nin, bilimi dışlayıcı yorumları, İslam dünyasında, bilimsel bilgi üretmeyi durdurmuştur. Bu yüzden İslam dünyası, yaklaşık 800 yıldan beri “beyin verimsizi” bir toplum manzarası ortaya koymuştur. Aklın ve bilimin egemenliği yerine; körinanç, hurafe, tarikat ve mezhep ayrılıklarının hüküm sürdüğü bir din anlayışının egemenliği sağlanmıştır...

Ortadoğu’da, İslâm dünyası, emperyalist devletlerin baskısı altında, bilimi dışlamanın ve bilim düşmanlığının neden olduğu tutsaklık zincirinin bağımlılığı altında yaşamaya mecbur edilmişlerdir.

-         Arap ulusculuğu tarafından, İslâm dininin evrensel niteliği yok edilmiş, onun yerine, Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının ideolojisine bağlı, körinanç, hurafe, tarikat, ve mezhep ayrılıklarını içeren, bilimi ve güzel sanatları dışlayan ve İlmi-ilâhi olarak Allah tarafından bir buyruk gibi indirildiği sanılan, egoizme dayalı Arap Ulusculuğu; tüm İslâm dünyasında hâlâ egemenliğini sürdürmektedir.

-         Ortaçağ Arap-İslâm Uygarlığının ideolojisi, Osmanlıları da etkisi altına almıştır.

a)      Arap-İslâm ideolojisine dayalı ve İlmi-ilâhi olarak Allah tarafından bir buyruk gibi indirildiği kabul ve iddia edilen ve tüm İslâm dünyasına inanç olarak kabul ettirilen Arap Ulusculuğunun egoizme yönelik ilkeleri Osmanlılara da kabul ettirilmiştir.

b)      Osmanlılar’ın toplum yapısı ve eğitim-öğretimi, Arap Ulusculuğunun ilkelerine göre biçimlenmiştir. Eğitim-öğretim ve her şey; Arap Ulusculuğunun ilkelerine dayalı, Arap halkının inanç ve gelenekleriyle bütünleşmiş “dinsel eğitimin güdümüne” alınmıştır.

c)       Bu anlayış; gün geldi, Atatürk’ün kurduğu çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devletini de etkilemekte gecikmedi. (Yani 1950 – 1980 laiklik karşıtı devrimle laiklik başta olmak üzere her şey, yüz seksen derece geriye dönerek Osmanlılaşmış ve Araplaşmıştır.)

Büyük Atatürk, bize özgü bir kültür, bize özgü bir uygarlık yaratmak istiyordu. Yeni kurulan Türkiye Cunhuriyeti Devletinin bize özgü kültür ve uygarlık yaratma düşüncesi, 1950 laiklik karşıtı devrimle son bulmuştur. Şimdi ülkemizde, metafizik felsefeye dayalı, düşsel ve dinsel dünya görüşü egemendir.

  II - Atatürk, Ulusal Eğitimi Yaratan Büyük Bir Pedagog (Eğitimci) ’tur

Büyük önder Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devlet yapısını oluştururken, toplum yapısının bilimle barışık ve bilim üreten bir toplum olmasını istiyordu. Bunun için de, deney ve gözlem metoduna dayalıbilimsel bilgi esasına dayanan eğitimden yanaydı. Osmanlı’dan kalan “dinsel dünya görüşüne” bağımlı ezberci eğtimin geleceğinin artık sona erdiğini kesin olarak biliyordu. Çağdaş dünyada, bu eğitimin yeri yoktu.

Osmanlı ezberci eğitim sistemi, “dinsel dünya görüşünün” güdümüne alınmış olup, din ile eğitim bütünleştirilmiştir. Eğitimi dinden; dini eğitimden ayrı düşünmek Osmanlı dönemimin eğitim sistemini inkar etmek demektir. Ortaçağ İslâm Uygarlığı, bu eğitim sisteminin üzerine inşa edilmiştir.

Atatürk, bu durumda, çağdaş eğitim düzeyinin ilk önce köyden, mahalleden ve halktan başlamasının diyalektiğine inanmıştır.

Osmanlılar’dan kalma eğitim sistemi, İstanbul başta olmak üzere, diğer büyük kentlerin hemen hepsinde köhneleşmiş Ortaçağ İslâm Uygarlığı eğitim sistemi egemendi. Bu nedenle, bu eğitimin üzerine çağdaş eğitim düzenini kabul ettirmek ve yeni sistemi uygulamak çağdaşlık yolunda çok zaman alabilir, hatta kentler yaşamı, dinsel medeniyet tipi ile bütünleşip kemikleşmiş olduğu için, bu özellik, çağdaş dünyaya giden yolda takoz olabilirdi. Onun için çağdaş uygarlık düzeninin hayata geçmesine köyden, mahalleden ve halktan başlamak en gerçekçi ve bilimsel bir zorunluluktur.

Atatürk, Türk halkının içinde yaşadığı problemleri çözüme ulaştıracak, bilimsel esaslara dayanan yepyeni bir eğitim düzeni ortaya koymuştu.

O, Ortaçağ kokuşmuşluğundan uzak aydınlık, ilerici ve çağdaş bir toplum düzeni kurmayı planlamıştır.

Bu nedenle Atatürk, Türk eğitim sisteminin, deney ve gözlem metoduna dayalı bilimsel bilgi ve güzel sanatları içeren eğitim sisteminin aynı zamanda laik ve demokratik değerlerle taçlandırılmasının gereğine inanmıştır. Çağdaşlığı yakalamak, ancak hür düşünce ve bu eğitim sistemiyle mümkün olabilirdi. Çünkü, laiklik hür düşüncenin kaynağıdır.

Çağdaş dünya düzeninde yer almamızın yolu, güzel sanatlarda ve bilimde evrensel kültüre (yani bilim dünyasının kültürüne) ulusca katkıda bulunabilmemiz, ulusumuzun toplumsal özelliklerine göre yaratılmış özel pedagojik metoda dayalı eğitim sistemiyle olanaklıdır. Bunun için de milli kültürümüzün yeniden yaratılmasıyla birlikte, dilimizin bilim üretecek biçimde arılaştırılarak bilim dili haline dönüştürülmesi ulusal çıkarlarımızın gereğidir.

Eğitim ve öğretimde bize özgü dil; bize özgü araç ve metodların yaratılması ulusumuzun çağdaşlaşması için bilimsel bir gerçektir. Büyük önder Atatürk, bunları düşünüp ortaya koymakla; gerçekten “ulusal eğitimi” yaratan büyük bir pedagog olduğunu, tüm dünyaya kanıtlamıştır.

Atatürk, ayrıca ulusal özellikleri olmayan Ortaçağ zihniyetinden kalma köhneleşmiş bir eğitimden geçirilmek istenen gençlerimizin paslandırıcı, uyuşturucu ve hayali bilgilerle doldurulmasınınn önüne geçilmesini çağdaş eğitimin bir gereği olarak görüyordu. Atatürk; “bilimsel bilginin” (deneysel bilginin) kaynağını oluşturan, deney ve gözlem metodunu dışlayan Ortaçağ eğitim sisteminin yerine, felsefe, bilim üretecek yeteneklerin geliştirilmesini, çağdaşlık olarak değerlendiriyor, gençlerimizin bayındırlık ve düşünce özgürlüğü bakımından da gelişmesini sağlayacak doğru düşünebilen insanlarımızın oluşmasını ve bilimle barışık bir toplum yaratılmasını öngörüyordu.

Atatürk, çağdaş eğitim sisteminin ve çağdaş pedagojinin öngördüğü;

  • düşünsel eğitimin,
  • eleştirel düşüncenin,
  • deneysel ruhbilimin eğitimdeki yerini sezen ve bilen, bilimsel çağdaş eğitimin nasıl ve niçin uygulanacağını aydınlatan ve bize eğitimde doğru yolu gösteren olağanüstü bir pedagog ve büyük bir eğitimcidir.

Atatürk’ün ortaya koyduğu, Türk toplumuna özgü özel bir pedagojik metotla (yöntemle) modern Türk eğitim sisteminin çerçevesi çizilmiştir. Örneğin Köy Enstitüleri uygulaması, Atatürk’ün yarattığı özel pedagojik metotla oluşmuştur.   

Atatürk, bize özgü yaratmış olduğu pedagojik metodla, hemen her konuda bir daha olduğu gibi, eğitim-öğretimde de deha düzeyinde bir kişilik ortaya koymuştur.

Osmanlı döneminde, öncü ve yönetici lider değer (din) iken;

Atatürk döneminde, eğitim ve öğretimde öncü ve yönetici lider değer “bilim ve teknik” olmuştur.

Atatürk döneminde, eğitim-öğretimde;

Aklın egemenliği;

Aklın özgürlüğü ve

Aklın yaratıcılığı sağlanmıştır.

Atatürk, toplumun doğru düşünme alışkanlığının gereğini vurgularken;

“Bireyleri doğru düşünür olmadıkça, toplumları istenen yönlere, şunun bunun aklına ve çıkarlarına göre, iyi ya da kötü yönlere sürüklemek kolaydır.” diyordu.

Atatürk bu sözleriyle; toplumu art niyetli iç ve dış politikaların tahrip edici etkinliklerinden korumak için bilimsel eğitimin kesin yaşama geçirilmesinin lüzumuna (önemine) işaret ediyordu.

Atatürk’ün, anladığı eğitim, insanlarımızın hurafe ve körinançtan arındırılması, düşünüşün, Ortaçağ İslâm Uygarlıgının kaynağı metafizige dayalı dinsel inançlara değil, deney ve gözlem metoduna dayalı bilimsel bilgiye ve fenne dayandırılması ve ulusal gerçeklere uymasıdır. Kısaca, düşüncenin bilime, laik ve demokretik hür düşünce sistemine dayandırılması çağdaş olmanın gereğidir.

Bilimsel eğitimin amacı, insanı; bilimle barışık, bilimsel akla sahip ve doğru düşünebilen doğrultuda eğitmekle birlikte, insanı bilim üretmeye yönlendirmektir. Çünkü, artık çağdaş medeniyetler bilimle yaratılmaktadır.

Atatürk diyor ki;

“Ulusumuzun siyasal, sosyal hayatında, ulusumuzun fizik eğitiminde kılavuzumuz daima bilim ve teknik olacaktır. Dünyada her şey için, yaşam için, başarı için en gerçek uyarıcı bilim ve fendir. Bilim ve fennin dışında bir uyarıcı aramak dünyadan habersiz olmaktır, bilgisizliktir, sapıklıktır. İlim ve fennin yaşadığımız her gün nasıl olgunlaşıp geliştiğini kavramak ve ilerlemeleri gözden kaçırmamak gereklidir.” İleride bu konu, “Atatürk bilim ve eğitim” konularında, tekrar daha geniş olarak ele alınacaktır.

Atatürk, Türk toplumunun, yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğmasını sağlayacak ilkeleri, eğitimde deneysel metot ve bilimsel bilginin önemini, işaret ederek bize en doğru ve akılcı yolu göstermiştir. O, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” özdeyişiyle bilimin hayattaki önemini en çarpıcı biçimde ortaya koymuştur.

Atatürk, içinde yaşadığımız “tefsir metoduna dayalı medeniyetin yerine, deneysel metoda ve bilime dayalı çağdaş uygarlığın içinde yer almamızın önemini bütün açıklığı ile belirttiği halde, şimdiye kadar iktidar olanların, Atatürk’ün işaret ettiği konular üzerinde önemle durdukları söylenemez.

Atatürk, tefsir metoduna dayalı, Ortaçağ Doğu Arap-İslâm Uygarlığının köhneleştiğini ve bu uygarlık biçimiyle; gelişen çağdaş dünyaya ayak uydurmanın artık mümkün olamayacağını bütün örnekleriyle göstermiştir.

Atatürk, bu konuda şöyle diyor: “Milleti uzun asırlardan beri gaflette bırakan esbabı mütenevvia arasında hakiki noktayı, bir kelimeyle ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletimizin sebebi kat’isi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan oluşan toplumlar, her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar.  Zihniyeti zayıf, çürük, sakim, sehif olan bir heyeti iştimaiyenin mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslâm aleminin cemiyeti içtimaiyesinde hep yanlış zihniyetler hakim sürdüğü içindir ki, şarktan garba kadar İslâm memleketleri, düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zinciri esaretine geçmiştir. Bu zincirleri kırmanın yolu, düşünce özgürlüğüdür.”

Atatürk’ün özgür düşünce ile ilgili görüşlerini, Prof. Dr. Bedia Akarsu kendi yorumuyla şöyle dile getiriyor: “Ulusun kendi alınyazısını çizebilmesi ileri bir toplum olabilmesi için kişisel ve toplumsal özgürlüğün ilk koşul olduğuna öylesine inanır ki, Atatürk, bu özgürlükten doğabilecek sakıncaların bile yine özgürlükle ortadan kaldırılabileceğini savunur.”

Atatürk’ün “zihniyet değişikliği” diye üzerinde durduğu sorun, dünya görüşüdür. Atatürk, Türk toplumunun çağdaşlaşması için, metafizik “dinsel dünya görüşünün” yerine; bilimsel dünya görüşünün hayata geçmesini zorunlu görüyordu.

O günden bugüne değin bir hayli zaman geçtiği halde, dünya görüşümüzde tüm toplumu saran çağdaş bir zihniyet değişikliğine gidildiği söylenemez. Yalnız, Atatürk’ün söylediklerinin bilimselliğine inanan ve bilinçli bir kesimin varlığı da inkar edilemez.

İslâm dünyasının bilimle barışık, bilimsel akla sahip ve doğru düşünebilen bir özelliği bulunmadığından, emperyalist güçlerin elinde devamlı tutsak olarak tutuldukları zinciri kırıp kurtulmakta çok geç kalmışlardır.

Atatürk, aynı zamanda büyük bir pedagogtur. Geri kalmış toplumlara biçim vermek için yaratılmış. O’nun bilimsel ve eğitimsel görüşlerine göre; bir toplumun tutsaklıktan kurtulabilmesi için, deney, gözlem, araştırma, eleştiri ve düşünce özgürlüğü ile; bilimsel bilgiye (deneysel bilgiye) dayanan ulusal eğitimden geçmesi zorunludur. Bu görüş, hayata geçmedikçe ulusların tutsaklıktan kurtulma olanağı yoktur. Çünkü bilim üretmeye egemen olan güçler, bilim üretemeyen ulus ve toplumlara da egemen olurlar. Bu görüşün dışında, bilime güzel sanatlara eğilmeyen ulus ve toplumların, tarihte, hiçbir zaman tutsaklıktan kurtuldukları görülmemiştir.

Atatürk, bir ulusun kurtuluşunu, çağdaşlığa yükselişini; düşünce özgürlüğünde, bilimsel ve sanatsal eğitimde, bilimde ve bilimsel dünya görüşüyle ilgili zihniyet değişikliğinde görüyor.

Atatürk, İlim ve güzel sanatların önemini şöyle açıklıyor:

“... Ulus, ilim ve fennin, sanatın her bölümünde ilerlemeye ve yeniliğe açık olacaktır...”

“... Bir millet ki, resim yapamaz, bir millet ki heykel yapamaz, bir millet ki fennin icabettirdiği şeyleri yapamaz; itiraf etmeli ki, o milletin ilerleme yolunda yeri yoktur... Halbuki bizim milletimiz hakkı özelliğiyle uygar ve ileri olmaya layıktır ve layık olacaktır...”

Leonardo Da Vinci resim sanatı için şunları söylüyor:

“...Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen doğayı da sevmemiş, küçümsemiş olur. Resim sanatını küçümseyen kişiye derim ki, duygusuz, ruhsuz o sıradan bir yaratıktır.

Resim sanatını sevmeyen, onu küçümseyen, felsefeyle atbaşı giden bir bilim olayının bütün ince yorumlarına, duyuşlarına yaratıcı düşünüşün derinliklerine göz yummuş olur...”

Yeryüzünde Türk toplumu ve Türk devleti olarak var olmanın yolu, eğitimimizin çağdaş doğrultudaki bilimsel niteliğine bağlıdır.

Ünlü eğitimci ve sosyolog Herbert Georges Welles ((1866 – 1946) Londra) şöyle diyor:

“Uygarlık, eğitim ile; büyük bir felaket arasındaki yarıştır...”

Bu vurgulama ve özdeyişe göre, eğer eğitim sistemi güzel sanatları, bilimsel bilgiyi, bilim için deneysel metodu ve bilimsel eğitimi içermiyorsa uygarlık yolundaki yarışta mücadele kaybeder, felaket kazanır.

Bilimsel ve sanatsal çağdaş eğitimin özelliği, değişen dünyaya ve değişen çağlara uymayı sağlar. Çağın gerisinde kaldığımız takdirde, “tutsaklık” kapımızı çalmaya başlar.

Atatürk, bu konuda şöyle diyor:

“Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet boşunadır. O gafil itaatsizler hakkında çok amansız davranır...”

Orhan Çaplı, eğitimle ilgili şunları söylüyor:

“...Bir toplumda eüitim kuruluşları ve eğitim politikası, her türlü kişisel çıkarların, politik görüş ayrılıklarının üstünde tutulmalıdır...”

“...Bir ulusun huzuru, mutluluğu, geleceğinin ne olacaği, nasıl olacağı, o ulusun çocuklarına karşı takınacağı tavırla ve çocuklarının, gençlerinin yetiştirilmesine eğitimlerine verdiği önemin derecesiyle yakından ilgilidir...”

Bilimsel eğitimin amacı: Topluma yararlı, toplumsal sorumluluklarını kavramış, yaratıcı gücü gelişmiş, canlıyı, doğayı seven, koruyan, güzeli doğruyu arayan ve az gelişmişlik ayıbından utanan insanları yetiştirmektir. (Yani ulusal bilinç ve toplumsal sorumluluk duygusunun kazandırılmasıdır.)

Çağdaş olmayan eğitim nedir?

Eğitim, bir toplumda bir bireyin, bir toplumsal kümenin, güçlülerin yani egemen sınıfların politik ve ekonomik çıkarları için kullanılıyorsa; düşünsel, bilimsel, deneysel ve sanatsal özelliklerden yoksun ve eğitim-öğretim salt ezberciliğe dayanıyorsa; eğitim, gericiliği ve şovenizmi (yani ırk ve uluslar arasında düşmanlık yaratmayı amaçlayan aşırı ulusculuk akımını) sürekli empoze ediyorsa; eğitim, halkı sömürmek üzere para babalarına pazar meta-ı olarak satışa çıkarılıyorsa; hümanist duygu ve anlayış yerine egoizmi telkin ediyorsa; insansal duygular yerine, içgüdüsel duygu ve dürtüleri geliştirip güçlendirmeye çalışıyorsa; bu eğitim sistemi çağdaş değildir.

Çağdaş eğitim bütün dünyada uygulanıyor da olsa, eğer uluslar arasında hâlâ anlaşmazlıklar ve savaşlar sürüyorsa, çağdaş eğitimin işleyişinde önemli bir aksaklık var demektir. O da eğitimin, hümanist felsefe ve duyguyla bütünleşmediğinden kaynaklanmaktadır. Halbuki Rönesans hareketinin amaçlarından birisi ve en önemlisi de hümanizmin tüm insanlığı kucaklaması idi. Savaşların ve anlaşmazlıkların devam ettiği bir ortamda, hümanizmin tüm insanları kucakladığı söylenemez.

Toplumların içindeki güçlü ve egemen sınıfların politik ve ekonomik çıkarları hemen her şeyin üstünde tutuluyor demektir.

Bu da şunu gösteriyor; çağdaş eğitim hâlâ ilkel ezberci şovenist eğitimin kalıntılarından tamamıyla arındırılamamıştır. Savaşlara ve emperyalizme son vermek için, tüm dünya uluslarını içine alan evrensel boyutta bir eğitimin hayata geçmesini oluşturmaktır. Büyük Atatürk’ün dünya insanlığına önerdiği eğitim sistemi evrensel eğitim sistemidir.

Atatürk, büyük bir devlet adamı ve aynı zamanda büyük bir pedagog olduğu için eğitim-öğretimde, dünya görüşü olarak, “Bilimsel Dünya Görüşü’nü” seçmiştir.

O’nun kurduğu “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” deneysel metoda dayalı “bilimsel bilgi” ve “güzel sanatlarla” ilgili sanatsal değerler üzerine kurulmuştur.

Atatürk’ün bu görüşü ulus olarak sonsuza dek var olmanın ve dünyaya sesini duyurmanın bilimsel yoludur.

Yoksa, “bilimsel dünya görüşünü” çağdaş dünyayı yaratan bir metod olarak seçenlerin karşısında yok olup gitmek tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktan hiçbir zaman kurtulamayız.

Atatürk, Cunhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Cumhuriyet yönetimine en uygun eğitim-öğretim biçiminin “bilimsel dünya görüşü’nün” güdümündeki deneysel bilim ve güzel sanatlara yönelik eğitimin çağdaş dünyaya ulaşmanın en doğru yol olduğunu görmüş ve bu bilimsel eğitimi uygulamaya koymuştur.

Atatürk’ün amacı; bilimle barışık, bilimsel akla sahip, hür düşünce ve görüşü bilimsel değerlere göre değerlendiren ve doğru düşünebilen; metafizik ve düşselliğe dayalı körinanç, hurafe, tarikat, mezhep ayrılıklarıyla abartılmış bir din anlayışından uzak, evrensel İslâma saygı duyan bir Türk toplumu oluşturmaktı.

Fakat, yaklaşık bir asra yakın bir zamanın geçtiği halde 1950 – 1980 laiklik karşıtı gerici devrim yüzünden Atatürk’ün belirlediği amaca ulaşmış bir Türk toplumu oluşturulamamıştır.

Atatürk, “bilimsel bilgi” yani deneysel bilim doğrultusunda, evrensel kültüre katkıda bulunabilen bir Türk toplumu hayal ediyordu. Ne yazık ki, 1950 – 1980 laiklik karşıtı gerici devrim olaylarıyla; deneysel bilim ve güzel sanatları içeren bilimsel ve sanatsal eğitimden yoksun kalışımız nedeniyle, gerçekten laik, dmokratik ve bilim üreten bir toplum olma fırsatı kaçırılmıştır.

Bir Fransız sosyologu ve yazarı şöyle diyor: 1950’den beri, başta Türk toplumu olmak üzere, politikacılar ve devlet adamları, Atatürk’ün, göstermiş olduğu, bilimsel dünya görüşüne dayalı, bilimsel ve sanatsal değerlere sahip çıkmasını bilselerdi, bugün Türk toplumu ve Türk devleti Japonya’nın da üstünde süper bir devlet olurdu. Bu bir kehanet değildir, bilim ve güzel sanatlara sahip çıkabilen her toplum, süper bir devlet ve toplum olma başarısını göstermiştir.

Bunun en açık örneğini Japonlar vermiştir. 1868’lerde bilime ve güzel sanatlara sahip çıkmakla, Uzakdoğu’da sömürü avına çıkmış bulunan emperyalist devletlerin sömürü kuşatmasından kurtulabilmişlerdir.

Japonların özdeyişine göre: “Bilim ve güzel sanatları içermeyen hiçbir politika milliyetçi olamaz."

Atatürk’ün, eğitim politikasının üzerine kurulan Köy Enstitüleri ile ilgili olarak, bir Fransız eğitimci Prof. Şöyle diyor: Türk toplumunun, toplumsal yapısına özgü, özel bir pedagojik metot üzerine kurulmuş bulunan Köy Enstitüleri gibi çağdaş bir eğitim kuruluşundan dolayı, Türkleri kutlarım. Fakat, on yıl gibi kısa bir süre sonra da kapatılışından dolayı üzgünüm. Böyle olağanüstü bir eğitim sisteminin, dünya eğitim sistemine pedagojik katkısı, Türk toplumu için gurur verici bir olaydır. Türkiye’de böyle bir eğitim sistemine son verilmesi, dünya eğitimi için acı bir kayıptır.


 

Bilgi: Bu yazının son iki bölümünü okumak için aşağıdaki bağlantıya bir kez tıklayınız:

Öğretmenler Günü III, IV


 


0 Yorum - Yorum Yaz
Din ve Bilim


Din ve Bilim
Doç. Dr. Şafak Nagajima

Biz insanlar, -bugünkü bilgilerimize göre- diğer canlılardan farklı olarak derin bir düşünme, yansıtma yeteneğine ve öz bilince sahibiz. Bu özelliklerimiz bizi, kendimize, çevremize, yaşama dair karmaşık sorular sormaya ve anlam arayışına iter. Kimimiz cevapları dini inançlar ve öğretilerde ararken, kimimiz de bilimin bistürisiyle yara yara, bilinmezin derinliklerine ulaşmaya çalışır.
Peki bu iki yaklaşımın arasındaki temel farklar nedir?
Dinler, bir inanç sistemi temelinde şekillenir ve yaşamın anlamını yaratıcı bir güç veya ilahi bir amaca bağlarlar. Kutsal metinler, ritüeller ve gelenekler aracılığıyla bu anlamı sunarlar.  Din, genellikle şüpheye yer bırakmayacak mutlak bir doğruyu hedefler ve o doğruya inanmayı amaçlar.
Bilim ise şüphecilik ve sorgulamaya dayanır. Gerçeği gözlem ve deneye dayalı objektif ve kanıtlanabilir bir yöntemle arar. Bilim insanlarının amacı, evreni ve insan yaşamını mantıklı ve deneylere dayalı açıklamalarla anlamaktır.
Dinler, genellikle değişmeyen ve sınanamayan bir inanca dayanır. Yanlışlanamaz veya test edilemezler. Örneğin, yaratılış konusu, evrenin nasıl yaratıldığına dair kesin bir inanç içerir.
Bilim ise yanlışlanabilirlik ilkesine dayanır. Bilimsel iddialar test edilebilir ve sınanabilir. Bilimsel bir açıklama veya teorinin yanlış olduğu deney veya gözlemle kanıtlanabilir.  Örneğin, yerçekimi teorisi belirli deneylerle sınanabilir ve yanlışlanabilir.
Dinler, genellikle doğaüstü bir varlık veya güç tarafından yönlendirildiğine inanılan bir anlamı öne çıkarır. İnsanların yaşamları, ilahi bir plana göre şekillenir. Evrenin kökeni, yaşamın amacı ve ölüm sonrası yaşam gibi metafizik soruları yanıtlamaya çalışırlar.
Bilim, doğaüstü açıklamalara dayanmaz ve kanıtı olmayan iddialarda bulunmaz. Kanıtı olmayan bir iddia zaten bilimsel değildir. Evrenin işleyişini doğa yasalarını kullanarak anlamaya çalışır. Bilim insanları, temel metafizik soruları yanıtlamak yerine gözlem ve deneylere dayalı olarak ölçülebilir ve anlaşılabilir gerçekleri anlamaya çalışırlar.
Dinler, genellikle kişisel inanç ve deneyimle ilişkilendirilirler. Her insan dinini kişisel bir biçimde yaşar ve yaşamın anlamını kendine özgü bir şekilde deneyimler.
Bilim ise evrensel ve nesnel bir perspektifi vurgular. Her yerde geçerli olabilecek bilgilere ve anlamlara ulaşma amacını taşır. Bilimsel bilgi, kişisel inançlardan bağımsızdır ve genellikle genel kabul gören gerçeklere dayanır.
Özetle, yaşamın anlamını dinlerde bulmakla bilimde aramak arasındaki temel fark, inanç ve şüphecilik, doğaüstü ve doğal, mutlaklık ve test edilebilirlik/yanlışlanabilirlik, kişisel ve evrensel gibi unsurları içerir. Bu iki yaklaşımın farklılıkları, insanların yaşamı yorumlama biçimlerini önemli ölçüde etkiler. Her iki yaklaşım da insanlar için farklı anlam ve tatmin kaynakları olabilir.

Doç. Dr. Şafak Nakajima