UMUDA ÖFKE
(DESTAN-I MADIMAK)
Dr. Salim Çelebi
UMUDA ÖFKE !
“Ey yüreğimin onmaz acıları
Ey beynimin dinmez sancıları
Suç ne bende, ne de sende
Ne de olsa yurttaşımsın!
Kapalı da olsa tüm vicdan kapıları yüzüme
Bilmelisin bir yerin var can evimde.” diyen
Aziz Nesin için umuda öfke!
“Bak saçlarım beyazlandı
Aşkın ile sinem yandı;
Akarsuyum kimim kaldı
Yakma beni öldürürsün!” nidalarıyla
Muhlis Akarsu için umuda öfke!
“Yalan olur sevmedim dersem
Ama yolcu yolunda gerek
Ey ömrümün uğuldayan durağı;
Yanlış hesaptan dönerek
‘Ben’li günlerini sil istersen
Geriye sen kaldın işte.” haykırışlarıyla
Metin Altıok için umuda öfke
“İlimi sorarsan köyümdür Banaz
Yakılsın yıkılsın ol kanlı Sivas;
Bir ben ölmeyinen cihan yıkılmaz
Açılın zindanlar pîre gidelim .” diyen
Pir Sultan için umuda öfke !
“Yalnızlar,yalnızlar;
karanlıkta nakış işliyor kızlar.” saptamasıyla,
yakılan Dr. Behçet Aysan için umuda öfke!
Umuda öfke
sevdası için barışın;
uğruna can verdiğimiz 19 yaşın
dinmeyen hıçkırıkları için umuda öfke!
Umuda öfke tüm dilsizler için
sizler için umuda öfke!
UMUDA ÖFKE! (DESTAN-I MADIMAK)
Kişnerdi yaylaklarında küheylanlar;
analar, kızlar, oğlanlar
yemlik toplardı, hardal toplardı
toplardı madımak;
kimi lastik ayakkabılı
kimi
çıkarmaya çalışırdı ayağına batan dikeni, yalınayak!
Ve Alevi’si ve Sünni’si
ve Ermeni’si ve Süryani’si
ve daha daha nicesi
yan yanaydı: Diz dize;
birlikte uğurlanırdı yaşı gelen oğlanlar askere
birlikte kutlanırdı alınan teskere.
Kınalar yakılırdı gelin olacak kızın on parmağına:
On ayrı kökenden
on ayrı inançtan
on ayrı el
koyardı gelinin başına duvağı hep beraber.
Birlik vardı:
Birlikte dirlik vardı
insandı ortak paydaları
insandı ortak adları.
Sözde birlik
özde birlik gerektirirdi
şaha kalkardı beraberlik.
Dağ başlarında kuruluydu köyleri
dağların doruğunda;
kin saçmaz ekin tarlasına
anımsardı bellekleri
yapılanlar sorulduğunda...
“İncinsen de incitme” diye düşündürürlerdi...
Taş atarak değil, darağacındaki Pir Sultana
kırmızı karanfil atarak öldürürlerdi...
“Ben hakkım” der, işkence görürlerdi
ve af dilerlerdi işkenceciler için Yaradan’dan
Hallacı Mansur misali;
Sivas’ta Madımak
Maraş’ta kan
Çorumda ölüm olsa da hoşgörülerinin timsali!
Sivas’a
20 km. uzakta otururdu 80lik Sevgi Nine;
euzü besmele çekti o an ve kaygıyla seslendi yanındakine:
“Çocuklar, bakın doğuya
sanki birden karardı o yan,
‘uyan Sevgi’ diyor içimden bir ses, uyan;
buluta da benzemiyor, parça parça olur bulutlar;
yağmur mevsimi de değildir temmuz
burnumda yanık kokusu var:
Közlenen et yanığı
kaplamaz inşallah ortalığı!..”
Çocuklar, afallar;
iç çekerek derinden
karayağız olanı fırlar yerinden: Koşar, koşar, koşar...
Çığlıklar çınlatır kulağını her adım başı
kaygılanır
şenliklere gitmiştir sabah erkenden can yoldaşı.
Durur, dinler:
“Yapma, etme
gözlerime bak
kendini göreceksin derinliklerinde:Göremiyorsan, yak!
Yapma, etme
gözlerime bak
13 yaşına bastım beş gün önce: Büyüyeceğim, ölüm bana çok uzak.
Yapma, etme
gözlerime bak
aydınlanırsın ferinde:İnsan, kurmamalı insana tuzak.”
Yeniden koşmaya başlar karayağız oğlan.
İvezler kol gezer havada
sokamazlar.
İvezler;
“Yalnızlık senin o konuşkan kuşun
Kırk kapıdan geçmiş, kırk kilitten;
yaralı, dili lâl, kanadı kırık
vurulmuş başında bir yokuşun.”
derler BEÇET AYSAN’IN diliyle.
Sessizleşir çığlıklar yaklaştıkça Sivas’a;
Bir elinde bohça bir elinde asâ,
başı sarılı, yüzü yanık,
kirpikleri ütülmüş bir dedeyle
göz göze gelirler bir anlık.
Cebinden bir kitap çıkarır
uzatır Dede:
Üzerinde
“Eli öpülesi Ali Emmiye
saygı ve sevgilerimle.” yazmaktadır.
Rasgele açar bir sayfasını:
“Ölüm de vardır yaşadığımız her şeyde.
Bir bardak çatlarsa durduğu yerde
Bir aşk ansızın biterse,
Ayna kırılırsa yüzünle birlikte
Zamanıdır konuşmanın ölümden.
Bir çiçek olağanüstü güzellikte
Açıvermişse bir sabah,
Bir topal aksamadan yürümüşse
Hadi gel ölümden konuşalım:
Yüzünü al basmış hasetçiden
Ve onun elindeki kuru değnek bile
Filizlenir sevgimizden.”
diye haykırır Metin Altıok.
Yüreği ayaklarına uyar
daha da hızlı koşmaya başlar
karayağız oğlan.
Dedesi canlanır gözlerinde
Gazi madalyalı dedesinin son sözlerini hatırlar:
“Gel
korkutmasın seni hiçbir engel;
kızıllaşacaktır tan
beynimde yatan
aydınlık düşünceyle
yüzün ayın on dördü kadar güzel.
Gel
sevgi olsun kanatların, yücel;
dökülsün kahrından
kahpe karanlığın saçı tel tel!
Gel
dinecektir gözlerindeki sel;
sevdan başım üstüne
dostluğun bir ömre bedel.
Gel
bilir destanımızı yedi düvel;
kanımızla sulanmıştı Çanakkale,
“Burası Huştur
yolu yokuştur.”
dememiş miydik Yemen Çöllerinde hep beraber?
Gel,
yeter ki gel.
Nasıl da uç uca eklenmiş
nasıl da kenetlenmiştik yurdumuz için!
Unuttun mu
sarı sıcak yükselirken perde perde
vurulmadan önce
ben içmiştim yarım kalan sigaranı siperde!
Sen sarmıştın yaramı;
kan yerine geçerdi su
kuru bir dilim ekmekle ödüllendirirdik
Saka Memiş’i çağıranı!
Ben yazma bilmezdim, sen okuma;
“Merak etmeyin, Hüseyin sağ”
diye mektup yazmıştın yavukluma!”
Anımsa,
şarapnelle kolu kopan
Şırnaklı Maho eğer sağsa
mutlaka hatırlar;
aleve tutardık giysilerimizi
kurşun yarasından daha beterdi
pirelerin ısırdığı kaşıntılar...Gel...
Hani, anasını bekler ya yuvasında minik bir serçe;
hani, karanlığıyla korku salar, ürkütür ya gece;
hani, göz kırpar ya gökteki yıldız
çırpınır ya sudan çıkan balık;
son sözü sorulur ya darağacındaki insana;
bir şeyler
işte öyle bir şeyler oldu Sivas’a varınca karayağız oğlana:
“Toprak, eşit davranır ekine;
ateş, yakmaya çalışır her şeyi;
balık ayrımı yapmaz deniz
kum, vakum gibi emer yeşili;
en büyük feri sunar atmosfer
fakat kahrolası karanlık düşünce ölümden de beter!”
dedi içinden.
“Ey halk,
kalk!” diyor dost bir şair.
Ey halk, bak diyorum ben
İnsanlık tarihini süsleyen
şu üç portreye:
Üç çınar,
hasretine türküler yaktığım Ali
sevdasına severek baktığım Hacıbektaş Veli
ve barışın sembolü Mustafa Kemal.
Sen
aynı yolun yolcusu kara gözlüm;
barıştan yana üçü de
üçü de mazlum:
“Barış” dedi Ali
“çağdaşlık” dedi Mustafa Kemal
“sevgi” dedi Hacı Bektaş-i Veli.
“Madımak!” de,
asılır suratları
susar üçü de:
Hüzünle kaplanır engin bakışları
çatılır kaşları
ve derler ki,
“O yurt sizin:
Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı;
Arnavut’u, Ermeni’si, Süryani’si
ve daha daha nicesi
o dünya hepinizin.
Yaşanılası bir yurt bıraktık size
yedi iklimi vardır;
sahip çıkın özgür kimliğinize
aşacağınız onlarca dert vardır;
söz geçirin benliğinize
kuzu postuna bürünen kurt vardır.
Kuzeyli, güneyli, batılı, doğulu; ey insanoğlu;
şunu iyi bil
yitirdiğimiz dinozorla
iyi geçinirdi nesli tükenmekte olan fil;
tavşana kaç, tazıya tut demeyin;
bir sarkaç gibi salınarak
sizden farklıdır diye
ötekileri öğütmeyin;
Sivas
tarihe kazınmış kara bir yas: Sakın unutmayın!”
Karayağız oğlan
solan bir yüzle
üç gün sonra döndü köyüne:
Sırtında yanık bir cenaze
yüreğinde umuda öfke.
Anasını emmedi o gün kuzular
tuhaf tuhaf ötmeye başladı kuşlar;
kül basmıştı ortalığı
çıkmadı yuvasından o gün leylek;
bir ses duyuldu o an
otuz yedi kişilik korodan gürleyerek:
Hasan Hüseyin’le dile geldi Pir Sultan:
“Bak şu bebelerin güzelliğine...
kaşı destan
gözü destan
elleri kan içinde!
Kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni!
Damda birlikte yatmışız
öküzü hoşça tutmuşuz
koyun değil şu dağlarda
san kendimizi gütmüşüz.
Hor baktık mı karıncaya?
Kırdık mı kanadını serçenin?
Vurduk mu karacanın yavrulusunu?
Ya, nasıl kıyarız insana!
Sen olmasan öldürmek ne
çürümek ne zindanlarda
özlem ne ayrılık ne;
yokluk ne yoksulluk ne
ilenmek ne dilenmek ne
işsiz güçsüz dolanmak ne?
Gün gün ile barışmalı
kardeş kardeş duruşmalı,
koklaşmalı söyleşmeli
korka korka yaşamak ne?
Kahrolasın demiyorum
kahrolma da
gör beni!
Kanadık toprak olduk
çekildik bayrak olduk
döküldük yaprak olduk
geldik bugüne!
Ekmeği bol eyledik
acıyı bal eyledik
sıratı yol eyledik
geldik bugüne!
Ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz:
Beni vurmak kurtuluş mu ?
Kör olasın demiyorum
kör olma da
gör beni!”