Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam4
Toplam Ziyaret789408
Lee Hodgson

Yirmi yıldan beri fırsat buldukça günde ortalama 4-5 kilometre yürürüm. Bu yazıda yürümenin yararlarından bahsedecek değilim. Zaten o konuda birkaç yazım var.

Her zaman aynı doğrultu ve yerlerde yürümüyorum.

19 Temmuz sabahı yürüyüş güzergahım,  Avanos - Ürgüp eski yolu üzerindeydi. Tam tepenin zirvesine yaklaştığımda, anayol dışındaki kıraç arazi içinde bir karavana rastladım. “Ne var bunda?”  diyecek olanlara yazıyı okumaya devam etmelerini öneriyorum.

Karavanın dışında, konuşunca adının Lee olduğunu öğrendiğim 46 yaşında erkek bir İngiliz vardı. Karavan içinde, çalışmaya hazır durumda  singer marka, kolla çalışan 60-70 yıllık eski bir dikiş makinası göze çarpıyordu. Makine üstünde kırpık kumaşlardan yapılma para cüzdanları, öğrenci kalemlikleri, çantalar bulunuyordu. Bozkırın ortasında ben bir yabancı görmekten, Lee ise İngilizce bilen biri ile karşılaşmaktan memnunduk. Lee, elinde tuttuğu parçalara iğne ile dikişler atıyor, küçük süslemeler yapıyordu.  Böyle bir manzara ile karşılaşan her insan gibi LEE’ye sormadan edemedim. Önce ne için bu çalışmaları yaptığını sordum.

“Hobi” dedi.

Endonezya’da bir okul yaptırma projesi olduğunu ve onunla ilgili çalışmalar yaptığını, hayır kurumu oluşturduklarını anlattı. Projenin politik ve dinsel yönü bulunmadığını sorum üzerine söyledi.

Lee, ileri derecede topaldı. Bastonla yürüyor, otomatik vitesli eski bir Mitsubishi kullanıyordu. Musclardys trophy adı verilen çok berbat ve genetikle geçen bir kas hastalığı ile mücadele ediyordu. Ve o durumda hem seyahat ediyor, hem çalışıyordu.

“Bunları okul projesi için mi yapıyorsun?” diye sorunca güldü. Bu işle projemin gerçekleşmeyeceğini biliyorum. Her yerde satabilmek ve insanları inandırabilmek çok güç. Ama Çinlilere, özellikle yılbaşını kutladıkları ayda satış yapıyorum. Sadece bu parçaların geliri ile olmasa da şimdiye kadar hesapta belli bir miktar birikti.” Dedi.

Yalnız,  bu ıssız yerlerde korkup korkmadığını sordum.

“Hayır, korkum sadece yere düşmek. Düşersem hastalığımdan dolayı yardımsız kalkamam.” Dedi.

Hikaye uzun, gerisi bende.

Demem o ki, Avrupalı beyni ve felsefesi farklı. Vicdan ve temiz duygular içinde yaşama bağlılık ve yaşama asılma. Bunu, topluma katkı ve özveri olarak sunma.

Bizde nasıl?

Hüseyin SEYFİ

Anasayfa

www.kosektas.net

Ortaçağ Gezgini İbni Batuta'nın Maceraları
Şayet yukarıdaki videoda Türkçe altyazı göremiyorsanız, sağ alt köşedeki "Ayarlar" düğmesine bir kez tıkladıktan sonra açılacak pencerenin orta kısmında bulunan dil seçenek listesinden "Turkish" seçeneğine tıklayarak
Türkçe altyazıyı etkinleştirebilirsiniz.

ORTAÇAĞ GEZGİNİ İBNİ BATUTA


Harita kaynağı: Wikimedia Commons
(https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/4/4d/Ibn_Battuta_1332-1346.png)


İbni Batuta'nın "İslam seyyahı" olduğu iddiası yerindedir: Gezilerinin yaklaşık yetmiş beş bin mil, yaklaşık 120.000 km olduğu tahmin edilmektedir; bu rakam, buhar gücü çağına kadar kimsenin neredeyse hiç aşamadığı bir mesafedir. Neredeyse tüm Müslüman ülkelerini ve birçok komşu gayrimüslim ülkeyi ziyaret etmiştir. Ancak, Orta İran, Ermenistan ve Gürcistan'ı ziyaret etmemesi dikkat çekicidir. Yeni veya bilinmeyen topraklar keşfetmemiş ve bilimsel coğrafyaya katkısı asgari düzeyde kalmış olsa da, eserinin belgesel değeri ona kalıcı tarihi ve coğrafi önem kazandırmıştır. En az altmış hükümdar ve çok daha fazla sayıda vezir, vali ve diğer ileri gelenlerle görüşmüştür; kitabında şahsen tanıdığı veya türbelerini ziyaret ettiği iki binden fazla kişiden bahsetmiştir. Bu kişilerin çoğu bağımsız kaynaklarla tespit edilebilmektedir ve İbn Batuta'nın belgelerindeki isim veya tarihlerde şaşırtıcı derecede az hata bulunmaktadır. Encyclopedia Britannica

ERKEN YAŞAMI VE SEYAHATLERİ


Bugünkü güvenilir kayıtlara bakılacak olursa, İbni Batuta, Marco Polo'dan çok daha uzak diyarlara gitmiş, Odysseus'tan çok daha uzun yolculuklar yapmış ve günümüze, çağının tüm Avrupalılarından çok daha fazla bilgi ve belge aktarımı sağlamış.

1304 yılında Tanca'da doğan ve bir hukukçu olan İbni Batuta, ilk kez, henüz yirmi bir yaşında iken, hacca gitmek üzere, Mekke’ye doğru yola çıkmış. Dini bir görevi yerine getirmek adına tasarladığı bu yolculuk, yaklaşık otuz yıl süren ve onu yüz yirmi bin km’den daha uzun bir yolculuğa götüren bir maceranın başlangıcı olmuş:
Kuzey Afrika, Mısır, Suriye, Arabistan, İran, Doğu Afrika, Anadolu, Orta Asya, Hindistan, Çin ve hatta, Hazar Denizi'nin kuzeyinden Aral Gölü'ne, İdil Nehri'nden Kama ve Sibir'in batısına kadar uzanan geniş bir alana yayılmış olan Altın Orda bozkırlarını kat etmiş. Hint Okyanusu'na yelken açmış, çöller ve dağlar aşarak, Sri Lanka’nın güneybatısındaki Maldivler, Güney Doğu Asya’daki Sumatra ve bugünkü Pekin'in sınırlarına kadar ulaşmış. Yaptığı bu yolculuk onu, modern öncesi dünyanın en fazla seyahat eden, en fazla yöre dolaşan seyyahı yapmış.

İbni Batuta, seyahatini sadece bir gezgin olarak değil, aynı zamanda bir alim, bir hakim olarak da gerçekleştirmiş:
İslam hukuku eğitimi almış, sık sık yabancı mahkemelerde görev yapmış. Afrika ve Orta Doğu'da erk sahibi sultanların güvenini kazanmış, Delhi'de kadılık, uzak Maldivler'de danışmanlık yapmış. 

İbni Batuta, sadece görmek için değil, bağlantı kurmak, ziyaret ettiği yerlerin sosyal ve siyasi dokusuyla özdeşleşmek için de seyahat etmiş:
Fes'de âlim İbn Cüzey'e yazdırdığı büyük eseri Rıhle (“Yolculuk”), bir seyahatnameden çok daha fazla yankı uyandırmış; bölgelerin, ülkelerin, halkların, kültürlerin XIV. yüzyıl dünyasına ışık tutan ayrıntılı bir kayıt özelliği taşımış. 

İbni Batuta bu eserinde, Mali Sultanı'nın zenginliğinden tutun, Şam'daki ilmi tartışmalara, okyanuslarda seyreden Çin gemilerinden tutun, bozkır göçebelerinin adetlerine varana dek, çok şey anlatmış.

Yazıları hem bir hukukçunun gözüyle hem de bir gezginin merakıyla dolu olan yazar, kültürlerin renkliliğini, farklılığını, çeşitliliğini tüm ayrıntılarıyla belgelemiş.

İbni Batuta, yaşadığı yüzyılda, İtalyan Francesco Petrarch ve İngiliz Geoffrey Chaucer gibi şair ve filozoflarla çağdaşmıştı. Onlar Avrupa hümanizminin ve edebiyatının köklerini şekillendirirken, İbni Batuta Afrika ile Asya'nın özdeşleşmiş dünyalarını kayıt altına almış. Petrarch ile Chaucer Batı'da yaygın olarak okunurken, İbni Batuta Doğu’da bir dipnot olarak kalmış. 

İbni Batuta’nın XIX. yüzyıla kadar Arap dünyası dışında çok az bilinen çalışmaları uzun süre Christoph Kolomb, Ferdinand Macellan ve Marco Polo gibi Avrupalı kaşiflerin gölgesinde kalmış. Batılı tarihçiler çoğu zaman keşifleri Avrupalıların gemileriyle başlamış gibi yansıtmış, onlardan yüzyıllar öncesine dayanan seyahat ve bilgi kaynaklarını, muhtemelen kasıtlı bir şekilde, göz ardı etmişler.

İbni Batuta’nın Batılılar tarafından göz ardı edilmesi, sadece bir kişinin serüvenlerinin yok sayılması değil, tarihin çarpıtılmasıdır:

İşin gerçeği, Christoph Kolomb'un, keşif için değil, talan ve yağma için Atlantik'i geçmesinden çok önce, yegane amacı, Hindistan'a deniz yoluyla ulaşarak, Osmanlı ve İran'ın ticari üstünlüklerine son vermek ve böylece yeni bir küresel ticaret rotası oluşturmak olan Vasco da Gama'nın Ümit Burnu'nu geçmesinden çok önce, hiçbir çıkar gözetmeden, salt meraktan ve bilgi açlığından, bilinmeyene doğru yola çıkan, rotasız seyyahlar da varmış. İbni Batuta bugün bize, cesaretin, maceracılığın, merakın tek bir medeniyete ait olmadığını hatırlatıyor! Sonuç itibarıyla, macera ruhu, bilgiye duyulan açlık, okyanusları ve çölleri aşma cesareti, kuşkusuz tüm bunlar, sadece birkaç kişi ya da medeniyete değil, gelmiş geçmiş ve var olan insanların tümüne aittir!

Bilgi: İbni Batuta, kısmen Encyclopedia Britannica’dan edinilmiş bilgiler ışığında yazılmış bir tanımlamadır!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası'nda yer alan metin, resim, fotograf gibi tüm içeriklerin hakları asıl sahiplerine aittir! Söz konusu bu içerikler, sahiplerinin rızası olmadan, matbu ya da dijital, başka ortamlarda kullanılamaz!

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası


www.kosektas.net|İletişim: kosektas@kosektas.com| Son Güncelleme: 01 Eylül 2025
Yerkürenin kuzey yarısında, ekvator ile kuzey kutbu arasındaki bölgelerde havaların Nisan ve Mayıs aylarından itibaren ısınmaya başladığını nereden bildikleri şaşırtıcı, hatta bir mucize olan leylekler, sıcak yaz aylarını geçirmek için, soğuk kış aylarını geçirdikleri ülkelerden geri dönerler, beş – altı ay gibi uzun bir süre bizim köyde kalırlardı. Altı - yedi ay gibi uzun bir zaman sonra, o kadar uzak mesafeleri katedip bizim köye gelen leylekler, sanki pusulaları varmış gibi, hedefi hiç şaşırmadan, Süllü amcanın tuvaletinin üzerindeki daha tam anlamıyla hazır olmayan yuvaya konarlar, gagalarını tüylerine gömerler, tüylerini kabartıp gerneştikten sonra, huzur içinde uykuya dalarlardı.
18.03.2012
Son günlerde sitemizde Çanakkale Savaşları’yla ilgili tartışma yazılarını ilgiyle izliyorum. 18 Mart tarihi yaklaştıkça konunun daha da güncelleşeceğini düşünüyorum. 18 Mart savaşın başlangıcı olarak kabul edilir, öyle bilinir. Oysa İngiliz birlikleri 19 Şubat 1915 tarihinden itibaren Settülbahir ve Kumkale mevkilerini bir ay boyunca bombaladı. Çanakkale Savaşı’nı bir bütün olarak değerlendirecek olursak 19 Şubat’ı başlangıç olarak kabul etmemiz gerekiyor.
17.03.2012
 2 
Huzursuz Ruh


Çekip Gitmek İstediğim Zamanlar Oluyor

Elif Şafak

Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz - 10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur ya, gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek. İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya...

Yolculuk etmeyi niye bu kadar seviyorum bilmiyorum. Tek bildiğim yollarda özgürleştiğim, romanlarımı hep oradan oraya giderken tesadüfen bulduğum ve ilk satırlarını yolculuklarda yazdığım. Sevmenin de ötesinde bir ihtiyaç bu, kanımda deveran eden bir saklı iptila. İlla ki çıkmalıyım yolculuklara. Uzun süre yolculuk etmez, edemez isem bir eksiklik hissetmeye başlıyorum. Bir tıkanıklık. Akmıyor sanki hayat, illa ki gitmem gerek.

Gitmek ama nereye? Önemi yok. Gitmek ama niye? Cevabı yok. Aslında varılacak yer dahi o kadar mühim değil, zira aslolan gitmek, gidebilmek... zaman zaman... her zaman.

Uçmayı, havaalanlarını, pasaport kontrollerini, bel ağrılarını ve uluslararası seyahatlerin o kaçınılmaz gündelik sefaletlerini günahları kadar sevmeyen arkadaşlarım var. Karşılıklı yadırgayan gözlerle bakıyoruz birbirimize. “Sen de artık yorulmadın mı bunca dolaşmaktan, otur oturduğun yerde.” diyenler çıkıyor aralarından, nedense yarı sitemkar. “Huzursuz ruh seni!”

Doğru, nereye gidersen git, kaçtıklarını götürürsün beraberinde. Doğru, ne kadar kilometre kat edersen kat et yakınlaşamazsın kendine, eğer zihninin ve yüreğinin sınırları duruyorsa yerli yerinde. Doğru, aslolan hikayeleri arşınlamaktır, memleketleri değil. Bunların hepsi doğru. Ve her seyyah bilir ki gittiği yerde onu gene kendisidir karşılayacak olan. Kendi geçmişi. Huzursuz ruhlar bilmez mi sanırsınız, ne kadar dolaşırlarsa dolaşsınlar huzur bulamayacaklarını...

Ne var ki gene de dayanamazlar işte. İçlerinde kurulu bir saat. Tik-tak-tik-tak. Sonsuza değin aynı yerde güven ve huzur içinde kalmak mı, yoksa savrula savrula oradan oraya gitmek mi deseler hiç tereddütsüz gitmek, gidebilmek derim. Sonsuza değin verilen yeminlerde bir sahtelik var. Hiç bozulmamak üzere kurulu düzenlerde bir tahakküm var. Hiç değişmediğini iddia eden ve bununla gurur duyan insanlarda bir hamlık, çiğlik, pişmemişlik var. İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek...

Çakılı kalmamak hep aynı ruh hallerine, aynılıklara, çoktan bitmiş ama rol yapmayı sürdüren evliliklere, kendini yenileyemeyen ilişkilere, tavsamış sirkeleşmiş arkadaşlıklara, aslını yitirmiş ve bir ucuz taklitten ibaret kalmış aşklara... Bence devremülk bile almamalı insan. Nereden biliyorsun her sene her 10 Temmuz-10 Ağustos arasını şu koskoca dünya üzerinde gidip gidip hep aynı noktada geçirmek istediğini? Olur da gelecek sene başka memleketlere gidersiniz ailecek? İran’a mesela ya da Ukrayna’ya veya Kamboçya’ya... Nasıl yaşar nasıl ağlar orada insanlar sırf görmek için, sırf meraktan, merak ki en çabuk yitirdiğimiz, en temel dürtümüzdü, bize en çok yakışan... Hem belki seneye tek başına çıkarsın tatile, kocan ve çocuklarınla değil; kendi kendinle. Sevmediğinden değil aileni, kendini özlediğinden. Şöyle bir kendinle sohbet etmeyeli çok zaman geçtiğinden. Yalnızlık içsel bir hazine olduğundan. Kaçılacak bir sosyal kusur değil.

Çakılı kalmamak sırf alışkanlıklardan ötürü demir attığın koylara. Çıkmak oralardan, geçmek dalgakıranların beri tarafına, bilmediğin memleketlere varmak, tatmadığın yemekler yemek, sözlerini anlamadığın şarkılarla içlenmek, risk almak, dağılmak ve parçalanmak ve hasret çekmek buram buram, gurbetin tadına bakmak ve kendini yabancının gözünden görmek, şaşırmak yeniden, şaşırmak bir çocuk gibi dünyanın hallerine, çeşitliliğine, güzelliğine, acımasızlıklarına... şaşırmak ölene kadar. Şaşırma kabiliyetini hiç yitirmemek. Budur son tahlilde Adem oğullarına Havva kızlarına kendilerini keşfettirten serüven.

Elif Şafak