1960‘lı yılların başından itibaren ülkemin insanlarının birçoğu çalışmak için Almanya’ya gelmişlerdi. Hatta bazıları eşlerinden ve çocuklarından ayrılmak zorunda kalmışlardı. Benim için ise tam tersi oldu. Alman bir turistle tanışıncaya dek, İstanbul‘da bir tiyatroda oyunculuk yapmaktaydım. Tercümanlık yapmak için bir lokantaya çağrılmıştım. Orada bir Alman gezi kafilesiyle ve o kadınla tanıştım.
Tatilden sonra kadın Almanya‘ya dönmüş, bense İstanbul‘da kalmıştım. Bir yıl sonra tekrar Türkiye’ye geldiğinde, botla Ege’yi dolaştık, sonrasında da birlikte yaşamaya karar verdik. Şark masallarında hep damat gelini beyaz bir at ile kaçırır. Ancak bizimkinde atın dizginleri eşimdeydi. 1976 yılının Kasım ayında beni, mavi beyaz bir uçakla, Almanya’ya, Mainz’a kaçırdı.
Almanya’ya geldiğimde, Mainz Şehir Tiyatrosu‘na ve bazı televizyon kanallarına başvurarak iş talebinde bulundum. Fakat başvurularım hep, Almanca bilmediğim gerekçesiyle, reddediliyordu. Ola ki bir teklif aldığımda, karısını döven ya da esrar satan bir Türk karakteri canlandırmam isteniyordu. Ancak, ömrünün büyük bir bölümünü tiyatro sahnelerinde geçirmiş biri olarak, böylesi bir teklifi kabul etmeyi bir türlü içime sindiremiyordum. Hamlet gibi, Macbeth gibi oyunlarda oynayabilecek birikime sahip, Brecht ve Schiller’in oyunlarında rol almış birisi olmama rağmen, burada oyuncu olarak çalışmam için fırsat tanınmıyordu. Bu durum beni gazete ve fotografçılıkla ilgilenmeye zorladı.
O yıllarda henüz 27 yaşında idim. Almanya’ya geldiğimden beri 700’ün üzerinde iş müracaatında bulunmuştum. İlk baktığınızda Bild gazetesinin Ren – Main Bölgesi muhabiri olarak, az bir ücret karşılığında, çalışmaya başladım. Artık Günaydın gazetesi için koşuşturuyor, ancak diğer bazı gazeteler için de fotograflar çekiyor, haberler aktarıyordum. İzleyen yıllarda Mainz Tiyatrosu‘nda fotografçı olarak çalışmaya başladım. Oyuncu olarak çalışamadığım bir mekanda artık fotografçı olarak çalışıyordum.
Kısa bir zaman sonra, yaptığım işler ses getirmeye başlayınca, çalıştığım kurumlar benden, Almanya’daki Türkler‘in nasıl yaşadıkları, nasıl ibadet ettikleri, boş zamanlarında ne yaptıkları ve benzeri konularda araştırma yapıp yazı yazmamı istediler. Böylece 1970’li yılların sonlarına doğru ülke insanlarımın Almanya’da nasıl yaşadıkları hususunda izlenim edinmeye başladım. Şaşırmıştım. Hem de haddinden fazla. Çünkü Almanya’da çalışan Türkleri sadece yıllık izinlerini geçirmek için İstanbul’a geldiklerinde görüyordum. Orada, oldukça şık ve modern bir görünüm sergiliyor, zengin bir izlenim veriyorlardı.
Ancak Almanya’da gördüklerim çok daha farklı idi. Kimi Türkler burada adeta en aşağıda idiler. En kötü evlerde oturuyorlar, en kötü işlerde, çok az bir ücret karşılığında çalışıyorlardı. Elbette bakımlı ve temiz giyimli olanları, iyi işlerde çalışanları da vardı. Bilhassa erkekler, elbiseleri, şapkaları, kravatları ve şemsiyeleriyle oldukça şıklardı. Hazır elbise almıyor, Türkiye’de diktirdikleri elbiseleri giyiyorlardı.
Türk misafir işçiler, 1961 yılından başlayarak, Türkiye’nin her bölgesinden Almanya’ya gelmişlerdi. Bunlardan çoğu mesleksiz olarak, zeka ve beceriden çok, kol ve omuz gücü gerektiren, döküm, boya, inşaat ve benzeri işlerde çalışıyorlardı. Az buçuk Almanca bilenler ise Grundig gibi, Opel gibi, Daimler gibi büyük firmaların üretim bantlarında çalışıyorlardı.
Yaşam hikayelerini yazmak istediğim çoğu işçilerle erkek hayımlarında karşılaştım. Hayımlar genellikle iş veren firmalara aitti. Her işçinin bir odası olur, mutfak ve banyolar diğer işçilerle müşterek kullanılırdı.
Türk misafir bir işçinin dış piyasada kiralık bir ev bulması hemen hemen imkansızdı. Çoğu kiralık ev ilanlarında „Sigara içenlere ve yabancılara verilmez!“ diye özellikle belirtilirdi. Hayımları ziyaretlerimde sadece orada oturanların değil, oturdukları mekanların da fotograflarını çektim. Ancak, objektifime takılan çoğu kareleri, insan onurunu zedeleyici bulduğumdan, hiçbir zaman başkalarıyla paylaşmadım, hiçbir yerde yayınlamadım. Hep merak etmişimdir. Acaba misafir işçiler, Almanya’ya gelirken, öylesi mekanlarda yaşam sürdüreceklerini düşünmüşler miydi?
Şark’ta bir söz vardır. „Kısmet.“ "Nereye gidersen git, olan olacaktır!" Şark insanı için kısmet, büyük bir tesellî kaynağıdır. İnsanlar yaşam koşullarını kısmet ve kaderleri olarak algılamışlar. Almanya’ya gelen ilk kuşak insanları, gösterişten uzak ve oldukça mütevazilerdi. Gerçekte bu ülkeye çok faydaları dokundu. Federal Almanya’nın 60 yıllık geçmişinin neredeyse 50 yılında onlar da var. Onlar, bu ülkeyi Almanlarla birlikte yeniden yapılandırdılar. Bu yüzden, Türk misafir işçiler, bu ülkenin dayanak ve destekçileri olarak, kendilerini hep huzurlu ve gururlu hissettiler. Evlerinin duvarlarını ya politik söylem ve sloganlarla ya da Willy Brandt, Helmut Schmidt gibi politik idolların fotografları ile süslediler.
2009 yılının başlarında yabancıları, bir kez daha, evlerinde görüntüledim. Ancak bu defa, sanki düşüncelerini ifade etmek istemezcesine, politikaya boşvermişçesine, odalarının duvarlarını bomboş buldum. Tam olarak bilmiyorum ama, bunun nedenini tahmin etmek oldukça güç. Sorup soruşturmak ise çok daha güç.
1980 öncesi yıllarda, Türk misafir işçilerin evlerinde dikkat çeken bir şey daha vardı. Evlerinde kullandıkları eşyalar, tek tek parçalardan ve kullanılmış mobilyalardan oluşurdu. Bu sebepsiz değildi. Bu, bir gün kesin dönüş yapmayı kafalarına yer ettiklerinden, fazla açılıp saçılmadan, bir yıl daha, bir yıl daha geçirmek umuduyla ve hep bu şekilde yaşamayı tercih ettiklerinden böyleydi.
1980’li yılların başından itibaren her şey değişmeye başladı. Yönetime Helmut Kohl geçti. Çalışma bakanı Norbert Blüm, iş ve çalışma yasalarını tümden değiştirdi. Bundan sonra iş yerleri hızla makineleşmeye, işleri robotlar yapmaya başladı. Sermaye sınıfı sürekli yeni tekolojiler üretiyor, ürettiği bu yeni teknolojilerle üretimi hem hızlandırıyor hem de kolaylaştırıyordu.
O yıllarda teknolojinin önü öyle bir açıldı ki, sermaye sınıfının kol güçünü kullanmaya ihtiyacı kalmadı. Bu değişim beraberinde işsizliği getirdi. İşsizlikten en fazla, yaşları bir hayli ilerlemiş ve kol gücünden başka bir sermayesi olmayan mesleksiz insanlar etkilendi. O yıllarda benim için de çok şey değişmişti. Kendi fotograf atölyemi açmıştım ve artık kendim için çalışıyordum. Artık işçilerle röportaj yapmıyor, reklam afişleri için fotograflar çekiyordum.
Oyuncu olma rüyasından vazgeçmiştim artık. Çünkü böylesi bir mesleği icra etmek için doğru zamanda ve doğru mekanda bulunmak gerekiyordu. Öyle anlaşılıyor ki, o yıllarda, Mainz ve Mannheim, benim bu hayalim için, doğru mekanlar değillerdi. Ancak bir kez olsun sahneye çıktım. 2003 yılında, tiyatro akademisnden tanıdığım bir arkadaşla, bir kabarede „Einmal Türke, immer Türke!“ adlı bir oyunda oynadım.
Bugün hala, Türklerin fotograflarını çekmem için teklifler almaktayım. Benim kaderim, misafir işçiler, onların çocukları ve torunlarıyla ilişkili sanki. Sadece benimki değil. Almanya’da doğan kızım, Mainz’dan Mannheim’a taşındıktan hemen sonra, iş başvurusunda bulunduğu bir kurum tarafından, göçmen kökenli olduğu için işe alındı. İşe alınma nedeni kendisine söylendiğinde, oldukça şaşırmış ve sormuş: Ne yani, Mainz’dan Mannheim’a taşındığım için mi?
Bilgi: Bu söyleşi, "
Kismet vor der Kamera" adı altında
Der Spiegel dergisinde yayınlanan aslından alınmış ve özeti çıkarılarak bu sütunlara aktarılmıştır!
Söyleşi: Solveig Grothe - Mehmet Ünal
Türkçeleştiren - özetleyen: Lütfullah Çetin
kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası