Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam302
Toplam Ziyaret773638
Eski Bir Takıntı

Okuyan Kızlar Eski Takıntı

Hüseyin Seyfi

Hasanoğlan Köy Enstitüsünden çevrenin baskısı ile,  “ahlakı bozuluyor” diye alınan kız öğrenciler günümüzde yaşıyorlar.

Yolda geçerken, Beden Eğitimi dersinde eşofmanlı kızları görüp, “Bunların her tarafı meydanda” diyerek yaygarayı basanlar, yaşları gereği bu dünyadan göçüp gitseler de aynı düşünceyi taşıyanlara, “bitti” diyemiyoruz.

Dedikodulara fazla dayanamayarak,  babası tarafından, Hasanoğlan Köy Enstitüsünden  zorla alınmış, şimdilerde, yetmiş yaşından fazla bir kadınla yaptığım söyleşide, okuldan alınmasını daha dün gibi hatırlıyor ve gözyaşlarına boğuluyordu. “Evladım, o zaman okul çevresinde bile erkeklerle konuşmamız  yasaktı. Kendi köylüm Musa Kâzım, aynı okulda, ayağını duvardan aşağı sallar, erkekler bahçesinde kitap okurdu. Yanına varıp selam vermek, köy özlemimi gidermek isterdim, fakat sınıf ablam müsaade etmezdi. Nedensiz yere, sırf dedikodular yüzünden daha bir yılımı bile tamamlamadan, 12 yaşında, okuldan alınmam öyle zoruma gidiyor, öyle gücüme gidiyor ki, aha,  bugün aynı okulda okuyacaksın deseler gider okurum. Bu yaşıma kadar içimde bir acı olarak kaldı. Hacca gittim. Beş vaktimi kaçırmam. Kuran okurum. Sebep olanların, Allah o yobazların belasını versin!” diyordu.

Köyümde aydınlanma, kız çocuklarının okuması, Türkiye köylerine göre çok erken başlamıştır. Atmışlı yıllardan beri, tahsil açısından kız erkek ayrımı gözetilmedi.

Yetmişli yılların başında bir gün imam, hatırladığıma göre, “Üniversitelerde kızlar çocuk aldırıyor, okutmak caiz değildir” deyince, köylü tepki gösterip, imam hakkında imza kampanyası düzenlemiş ve imam merkeze aldırılmıştı. Sonradan bu imam ilçenin birinden, düşüncesine uygun bir partiden belediye başkanı seçildi.

Pakistanlı kız öğrenci Malala’yı çoğumuz tanıyoruz. Kız çocuklarının okuması uğruna küçük yaşta yaptığı mücadelede, kız çocuklarının okumasına karşı radikal güçler tarafından kafasından vurularak ağır yaralanmıştı.

Örneklerin bir sayfaya sığması mümkün mü?

Sevgili ülkemin gündeminde, yurtlarda, öğrenci evlerinde kalan üniversiteli kız çocukları var. Belki de bir iki münferit olay yüzünden, üniversitelerde okuyan kız çocuklarının ana babalarının kulağına kar suyu kaçırılıyor ve bu yüzden dolaylı olarak itham altındalar. Ülkem konu üstünde çalkalanmakta. Her telden nağmeler vuruluyor.

Kaliteli bir eğitim verebiliyor muyuz?

Kızlarımıza sağlıklı, güvenli barınaklar sağlayabiliyor muyuz?

Onları bilinçlendirebiliyor muyuz?

Ne güzel yazmış yazarın birisi, “Gençliğini yaşayamayanlar gençliği tanıyamazlar” diyor.

Üniversite gençliğinin içinde bulunmayanlar, çağdaş gençliği tanımayanlar onlara nasıl güvensinler?

Bilmezler mi ki, onların merhabası sıcaktır, içtendir, candandır, samimidir ve dostçadır.

Kız erkek ilişkilerinde, her şeyi uçkura bağlamak,  medrese eğitimi almışların işi olsa gerek.

Hüseyin Seyfi

Taşlama Töreni

KÖŞEKTAŞ'TA TAŞLAMA TÖRENİ

 

  Engin KORELLİ

Küçük bir çocukken, her çocuk gibi erkenden kalkar, kahvaltıyı yaptıktan hemen sonra kendimi dışarı atardım. O zamanlar Köşektaş adlı bir köyde yaşardık. Orada doğmuştum. Toz toprak içinde, taştan evleri, kerpiçten ağılları olan bir  yerdi. En önemlisi ise, biz çocuklar için  bir köy değil, oyun cennetiydi. Çünkü öyle bir yerdi ki, her şey bir oyuncaktı orada bize. Gerçekten elle tutulur, gözle görülür her nesne, ya da bir düş oyun kurmak için bir neden sayılabilirdi. Canlıymış, cansızmış hiç fark etmezdi bu durumda.

Taşlar örneğin: yalnız duvar yapımında kullanılan bir özellik teşkil etmezdi. Uygun olanlar bizim trenlerimiz, arabalarımız olurdu. Kamyon yapardık onlardan "tames greyder, yol ver birader", derdik arkası sıra. Daha düzgünleri Mercedes Benz 303' ümüz olurdu. Bunlar öyle büyük otobüslerdi ki, aynen beş kilometre ilerdeki Ankara- Kayseri yolundan gece gündüz, sık sık geçip gidenlere benzerlerdi. Bu nedenle de biz başka markaları ne bilir, ne de bellerdik. Yere çizdiğimiz yol üzerinde, uzun yolculuklara çıkardık bu otobüslerle. Adını duyduğumuz, ancak bir defa bile gidip görmediğimiz yerlere sanki özlememizi dile getirirdik. Hele bir uçak gördük mü havada, çocuklar hep bir ağızdan tempo tutardık. "Teyyare, teyyare, babama selam söyle!" Nerdeyse katıksız hepimizin de babası Almanya'da çalışırdı. "Almanya'da oturuyor" demezdik.  Çünkü bizim düşlerimizde, bizimle birlikte otururdu babalarımız. Hiç gitmesek de oralara, rüyalarını görürdük gitmediğimiz yerlerin, kentlerin. Ta o zamanlar bir uzaklık özlemine yakalanmışız da, ayrımına varamamışız bunun.

Taşlara dönecek olursak, hafif yassı olanlarını da Volkswagen yapardık. Onlara   tosbağa, derdik. Her nedense bu arabayı çok severdik. Çünkü o bizim oraların bozkırına çok iyi uyardı. Daha çok küçük bir çocukken, böyle bir arabam olması gerektiğini düşünür ve düş kurardım. Ahmetli bölgesiyle, Zavrak' ın bahçesi arasında, derenin kenarında otururdum. Köyün hemen kıyısına düşerdi bu yer.

Çok ince taşlar, aynı zamanda "helik" diye anılanlar, ince olduğu için, yalnız duvar yapımında, diğer kalın ve güçlü taşları desteklemekte kullanılmaz, aynı zamanda tek ayakla kaydırmakta kullanırdık bunları ve adına "kay kay", derdik. Yine bu taşları biraz yonttuğumuzda bisiklete benzerdi ve buna da "velespit" derdik.

Ayrıca taşlar öyle yumuşaktı ki, üzerine rahatça yazılar yazar, çizgiler çizer, resimler yapardık kazıyarak. Köşektaş'ta böyle yazısız duvar bulmak neredeyse olanaksızdı. Yaşlılar doğan çocuklarının doğum tarihini kazırlardı üzerlerine, unutmamak için.  Kente  ilk gittiklerinde de kütüğe geçirirlerdi ordan çıkardıkları tarihlerle. Yoksa o zamanlar öyle kolay değildi işi gücü bırakıp da yazın ortasında kente gidip çocuğunu kaydettirmek, ya da kışın, karda kıyamette rasgele kentin yolunu tutmak. Bunlar biraz da ayrıcalık sayılırdı açıkçası o zamanlar.

Tabi ki, çocukluk aşkları da duvarları süslerdi. O da kazınırdı taşlara. -evet taşlara kazınmış aşklar vardı o zamanlar! Cansız, hesapsız, anlamsız gibi dururlardı duvarlarda. Yoldan geçenler, kendilerinin de başından geçtiği için, gülümseyerek izlerlerdi, yavaş yavaş silinmesini. Sanki biraz da kendi tecrübelerinden bilirlermiş gibi, taşa kazılmış aşkların bir gün taşlaşacağını.

Bir de, adını taşa kazıdıkları çocukluk aşkları biriyle kaçtı mı, ya da ere gitti mi,  köyde "ere gitmek" evlenmek anlamına gelirdi - o duvarın önünden geçenler doğal olarak, gizli bir utanç ya da eziklik duyarlardı. Taşa kazınmış aşkların çok azı kavuşmuştur yarine. Benim bildiğim bir tanesi var ki, hala garipserim aklıma geldikçe. Bu da, ailesi sevdiğine vermeyen bir genç kızın, eline çeyizi sayılan çıkısını alarak, oğlanın evine sığındığı olaydır. Köyde buna "Oturudüşmek", derlerdi. Hem de, oba arasında da onay görürdü. Köyün ileri gelenleri gidip, kızın ailesinin icazetini alarak nikahını kıyarlar, "izinname"sini çıkarırlardı. Böylece oğlanı kimse suçlamayaz, mahkemeye veremezdi, kızın yaşı dolmamışsa bile. "A duydun mu gız, filanın gızı oturudüşmüş! Vallahi aşk olsun, yaman gızmış!", derlerdi.

Ben bir keresinde merak etmiş, annemle gidip bakmıştım. Kız odada oturuyordu. En güzel esvabını giyinmiş, hafiften süslenmiş, biraz da gözlerine sürme çekmiş, gelip oturmuş misafir odasına. Muhtarı  çağırmaya gitmiş teyzem. Ne yapıp edeceğini bilmiyormuş! Kız gelip oturudüşmüş. Ben tabii ki, o küçük aklımla oturudüşmeyi, herhalde yere düşmeyle, bir tarafı acımayla karıştırıyordum ki, şaşkın şaşkın bakmıştım. Kızın her hangi bir acısı olduğu farkedilmiyordu. Benim şaşkınlığıma bakıp gülümsüyordu kızcağız. Sonra annem başka bir odaya  geçtiğinde hemen arkasından gitmiş, fısıldayarak, "Bu kız yerinden kalkamıyor mu?" ya da "Şimdi bu kız yerinden kalkarsa, ailesi alıp götürür mü?" diye sormuştum. Annem de fısıldayarak bir şeyler anlatmıştı ya, ne var ki heyecandan tek bir sözcüğünü bile anlamamıştım. Sonra kızı başka odalarda da gördüm, iş yaparken de, evine oturudüştüğü oğlanla aile ziyaretleri yaparken de. Sokakta gördüğüm zaman anlamıştım ki, artık rahatça dışarı çıkabiliyor. Her nedense, yine de onun adına biraz korkmuştum.

Taş deyip de geçmeyin! O kadar önemsenmeyip sessiz bir varlık olarak duran ve kullanım alanı neredeyse yapı aracı olmakla sınırlı bulunan bu nesneler, o zamanlar bizim en sevgili oyuncaklarımızdı. Hele en küçükleri, çakıl taşı dediğimiz, kaypak taşları da karşılıklı taşlaşmakta kullanırdık. O zamanlar kafası böyle bir taşla yarılmamış çocuk bulmak, nerdeyse olanaksızdı. Bu gün bütün çocukların yakından tanıdığı, "Y"ye benzeyen lastik sapanlarımız dışında, bir de yılda bir kere elimize geçen örme sapanlarımız vardı ki, o, daha çok geleneksel bir anlam taşırdı.

Taşlaşma merasimi! Ben ninelerimden, dedelerimden anlatırlarken dinledim.

Bizim zamanımızda neredeyse gelenekten düşmeye,  köy yaşamından tard etmeye başlamıştı. Çünkü, çok uğraş istemesinin dışında, Köşektaş'a hem komşu, hem de akraba olan, aynı oymaktan, Herikli aşiretinden, Kızılağıl Köyü ile düşmanlığını artırdığı için, Köşektaş'a gelen ve o çevreden olmayan, gelenek dışı ilkokul öğretmenlerinin, köy enstütüsü mezunlarının çabaları sonucu ve onların etkilerine aldıkları, öğretmenlere saygı beslemeyi bir görgü kuralı sayan köy sakinleri, tabi ki o günlerin muhtarının da onayı ile, altmışlı yılların ortalarında kaldırılmış.

Nereden bilsin yabancı öğretmen, sapanla taşlaşma eğlencesinin, Herikli aşiretinin kendi geleneklerini sürdürme ve geçmişlerini saygıyla anma gereksinmesinden kaynaklandığını? Sanmışlar ki, iki köy birbirine düşmanlık beslediği için, bahar gelirken bibirleriyle, sapanla taşlaşma yoluyla kapışıyorlar.

Sultan nine me sorarsan, (köylülere kalırsa yüzüne Sultan Bacı, ya da herkesin peynirini tulumlara, ya da küplere basmakla meşhur, arkasından lakabıyla anılan  Gafer' dir.) bu olayın tarihçesi onun bile bilmeyeceği kadar eskilere dayanırmış. O bile annesinin kış boyunca, en güzel sapanı örmek için didinip durduğunu anımsarmış.

Sapanın en iyisi yünden, kirmenle eğirilerek yapılan ipliklerden örülürmüş. Sapanı yapacak olan kadın, ilk önce, kocasına ya da oğullarına, kendi içinde besleyip oluşturduğu renklerle başlarmış örmeye. İlk önce bir sicim kalınlığında, yarım metre bir tutkaç örerler, sonra da ona bir yumurta büyüklüğünde taşı kavrayıp taşıyacak biçimde bir yuvayı evirerek dokurlarmış. Sonra da bu yuvaya bir diğer kolu ekleyip  bitirirlermiş örme işini. Ördükleri sapanları komşularına bile göstermezler, ilk yaz kendini gösterene, taşlaşma  günü gelene kadar sabırsızlıkla beklerlermiş. Ninemin anlatmasına bakarsan, en softa kadınlar bile, "çıkar da şu yaptığın sapanı bir görelim", diyen komşularına, daha başlamadıklarına, ya da bitirmediklerine değin, olmadık yeminler ederlermiş.

Yalnız "o gün" gelip de çattığında, iki köyün de sakinleri, erkek-kadın, çoluk-çocuk, kız-kızan demeden, kendi köylerinin orta yerine, kuşluk vakti toplanmaya başlarlar ve bu toplanma bir saat içinde tamamlanırmış. Erkekler yaş, güç, ve yüreklilik sırasına göre guruplandırılırlarmış. En delikanlılar en ön saftlarda bir yerlerde taş atma ve yıldırma görevi üstlenirlermiş. Bu koçaklar taşları o kadar güçle fırlatırlar, o kadar uzaklara eriştirirlermiş ki, bir ok gibi ulaşırmış karşı tarafa. Böyle bir taşı yiyen de, kolay kolay bir dahaki taşlaşma törenlerinde pek gözükmez, ona, bir tür gazi olarak bakılırmış. Kimse de onunla alay etmez, onun önceki inatçı, kavgacı, Herik beyliğine de pek haram gelmezmiş. 

Doğal ki, taşlaşma töreni, iki köyün çocuklarının taşlaşmasıyla açılırmış. Çünkü  çocuklar taşları çok y'ıraklara kadar yetiştiremeyecekleri için, iyice birbirlerine yaklaşırlar, birbirlerini tanıyacak, yüz yüze vuruşacak denli karşılıklı döğüşürlermiş. Taşı yiyen yere yatar, arkada duran yaşlılar veya kendi aile üyeleri tarafından geriye çekilir, yarasına göre iyileştirme uygulanırmış. Eğer aldığı yara pek önemli değil ya da yalnız bir sıyrıksa, aileler, "bundan da yara mı olurmuş canım, git de kendine doğru dürüst bir yara seç ya da bir yara da sen aç da gel!", diye çocuklarını cesaretlendirirlermiş. Çocuklar bir yarım saati geçkin taşlaşıp da yoruldu mu, iç içe girerler, boğuşarak kıyıya doğru çekilirlermiş.

O zaman da izlemeye dayanamayan gençler devreye girerler, attıkları daha aralıklı taşlarla, diğer köyün gençlerine saldırı başlatarak, mevzi kazanmaya çalışırlarmış. Üstün gelen köyün gençleri, diğer köyün toplanma sınırına dayandı mıydı da, bu defa da en arkada bekleşen orta ve yaşlı grubu, kendi sınırlarına doğru yaklaşan güruhu püskürtmek için, atağa kalkarlarmış. Bu karşılıklı ataklar saatlerce sürer, her iki köyün de gençleri ve orta yaşlıları yaptıkları bu hücumlarla sınırlara gider gider gelirlermiş. Kadınlar ise  gözleri kendi kocalarının ve çocuklarının üzerinde kaygıyla dolaşırken, bir taraftan da onlara taş taşırlar, yetiştirirlermiş.

Karşı köyün sınırını her ne pahasına olursa olsun, direnç ve çabayla, atılım ve kıvrak hareketlerle yaran akıncılar, diğer köyün gençlerini kendi köylerinin içlerine kadar kovalarlar; arkadan da çocuklar, orta yaşlılar ve taş taşıyan yardımcı kuvvetler, çil yavrusu gibi dağılırlarmış.

Durumu kurtarmaya çalışan, yenilen köyün yaşlı kurulu, bir işaretle, arkada koşumlu bekleşen at arabalarına kadınları, yaşlıları ve küçük kaçamayan çocukları bindirip kendi köylerine ulaştırma emrini çıkarırlarmış. Aynı  anda taşlaşma yerinden yıldırım gibi fırlayan köyün atları, ter su  içinde, arabaların arka tekerlerinden balçıklar sıçratarak bir kaç dakika içinde kendi köylerinin orta yerine ulaşırlarmış.

Kadınlar hemen bozguna uğrayan yavrularına kanatlarını gererler, köyün yaşlı kurulu da köye ilerleyen akıncı gurubu her hangi bir olaya meydan vemesin diye, hep şu aynı öyküyü anlatırmış. "Yaptığınız ayıp sizin, bir de akraba olacaksınız. Sizin köy de bizim köy içinden çıktı. Deli İbrahim, zamanında babasına kızıp terketmiş  Kızılağıl'ı. Sonra  da, yanına Kalecik'ten Herikli Beyi hem kendi oğlunu vermiş, hem de yanına kattığı bir kaç aileyle şimdiki Köşektaş'a gelip yerleşmişler. Bizimkiler de yardım etmişler, başlarına bir iş gelince, ya da diğer oymaklar baskı yapınca. Hep birlikte kovalamışız, Sarılar'ın, Barak' ın uşaklarını. İnanmıyorsanız, dedelerinize sorun da söylesinler, Köşektaşlıların Heriklilerin asileri olduğunu. "Böylece, hem kendi çocuklarını, hem de akıncı  köyün gençlerini engellerlermiş.

Öyle bir taşlaşma töreni ki, köyün yaşlıları araya girdi mi, kimse elini kaldırıp taş atmazmış. O an taşlar yere atılır, sapanlar ceplere sokulur, yenilen köyün meydanında, bu kez de barışma töreni uygulanırmış. Muhtar hemen bir şerbet hazırlattırır, diğer köylülere sunulur, hep birlikte içilir, kaçak atlıların akşam kızıllığında köylere sokularak ev ev üleştirdikleri, o sarı yasak  tütünler tüttürülürmüş. Sonra da yenen köylüler, gönenerek, "amma yendik", diye böbürlenerek, kendi köylerinin yolunu tutarlar, en iyi taş atan sapanı yapan kadının adı da, gelecek yıl tekrarlanan taşlaşma törenine kadar övülerek anılırmış.

Agustos 2000,

Engin KORELLİ.



 
Urgan

Yokluktan, yoksulluktan
canına kıyan babalara!..

Başına ne geldiyse bu altında uzanıp hülyalara daldığı eğri kavak ağacı yüzünden geldi. Yaşıtıydı, sırdaşıydı, arkadaşıydı. Ona kıyamadı! Ölümü onun dibinde karşıladı. Attı urganı budağına, aldı canını gözünü kırpmadan!..

Bahar yelinin uçsuz bucaksız bozkırda boyvermiş çiğdemleri okşayarak son karları da erittiği gün, sanki gök boşalmış gibi yağmur yağıyordu. Yalnız Atlar Ülkesini aşıp, tepenin yamacından kıvrılarak köyün tam ortasından geçen dere coştukça coşmuştu.

“Kırk yıl önce böyle bir sel geldiydi” dedi, dişsiz ağzında cümleleri yuvarlayan Kelik Derviş. Önlerinde boz bulanık akan seli tepenin yamacındaki çeşmenin başından seyreden bir grup köylünün arasındaydı. Selin gürleyişi, sanki yeryüzünü dövmek, hıncını almak ister gibi hışımla yağan yağmurun sesini bile duyulmaz etmişti ki Kelik Dervişin sözlerini de sanırım benim dışımda duyan olmadı.

Başlarına geçirdikleri ceketler, naylon poşetler, şemsiyelerle yağmurdan korunmaya çalışan köylülerin içindeydim ben de. Sele baktıkça başım dönüyor, başım döndükçe bakmak istiyordum. Sarıdan, mora, kırmızıdan toprak rengine bürünen suların kocaman bir ağaç gövdesini, ölü bir tilki leşini, her türlü ağaçtan binlerce yaprak ve dalı önünde sürükleyişini izlemeye doyamıyordum.

Az ötemizde yüzünü iki elinin arasına alıp görüntüye dalmış gitmiş ozanı neden sonra fark ettim. Sudan çıkmış sıçan gibi ıslanmıştı ama o bunun farkında bile değildi. Anladım ki yine başka bir alemdeydi. Asıl adını kendisi bile unutmuştu. Yıllardır ‘Ozan’dı o bizim köylü için. Yanına gidip çömeldim, şemsiyemi başının üzerinde tutarak yağmuru kestim; “Hayırdır Ozan, daldın gittin sellere” dedim. Uykuda uyanır gibi yüzüme baktı. Saçlarından yağmur suları süzülüyor, bıyıklarının, kirpiklerinin ucundan damla damla akıyordu.

Gülümsedi, bakışlarını yere indirdi. Yağmurun, selin sesine karışan bir mısra döküldü dudaklarından;

“Taşkın sular gibi akıp çağlarım
Didarı görüben gönül eğlerim
Dünyaya geleli her dem ağlarım
Çeşmim karışmadık seller mi kaldı”

Daha dün, çok uzakta, Kırşehir’den de ötede şimşeklerin parıltısının yanıp söndüğü bir gece vakti, yağmurdan önce gelen serinliğiyle ürperdiğimiz eski bağlardaki bir pağın kerpiç duvarına yaslanıp demlenirken de Karacaoğlan’ın bu türküsünü söylemişti, Elimi omzuna koyup, gözlerine baktım. Bir kez daha gördüğüm bakışlar yüreğimi dağladı. Öylesine acı dolu, öylesine dünyadan geçmiş, herşeye boşvermiş bir bakıştı ki!

Gözlerimi kaçırıp kalktım yanından. O da kalktı. Ben, yağmurun oluşturduğu, sele kavuşmak için olanca aceleciliğiyle akan ince dereciklere basmamaya çalışarak toprak yoldan sağa kıvrılırken, o sularına batıp çıktığı yağmura aldırmadan elmalık tarafına yürüdü, gitti. Bu onu son görüşüm oldu.

Selden iki gün sonra o incecik bedenini mezarına koyarken hep bu türkü döndü dolandı içimde. Ondan duyduğum son türküde kendi ölümünü anlattığını nereden bilirdim ki!

Herkes bir şey söyledi, her kafadan ayrı bir öykü çıktı, söylentiler aldı başını gitti günlerce köyde. Kimse, ozanın neden sahip olduğu tek toprak parçasında, eğri bir kavak dalına urgan atıp canına kıydığının gerçek nedenini anlamadı.

Bağı bahçesi, bostanı hep ortakçılıktı, doğuştan garibandı. Çalışır didinir, ürünün yarısını mal sahibine, emmisi, dayısı, bibisi olan akrabalarına verirdi. Hiç şikayetlendiğini duymadım ben bundan. “Aç açıkta değiliz. Tarla bizim olsa ne olur olmasa ne?” der güler geçerdi. O  zamanlar gençti daha, dünya toz pembeydi gözünde, gönlünde. Kısacık sürdü bu “yoksuluz ama keyfimiz paşada yok” günleri...

Eşini ikinci oğlunu doğururken kaybettikten sonra hiç kendinde gezmedi. Bir gün bile onu gözlerinde mutluluk ışığı ile yakalamadım o günden bu yana. Kendinden, köyden, köylüden, her şeyden uzak bir zamana takılıp kaldı yıllar yılı. Konuşması, yemek yemesi, yürümesi hep bir esriklik içindeydi. Sadece düğün dernek gezip türkü söylediği ya da şarap testisinin başına çömelip bardaklarca içtiği günlerde yüzü birazcık da olsun rahatlardı. Son gününe kadar da bu böyle oldu.

Ölümünün üzerinden on beş gün geçtikten sonra büyük oğlunu ortakçılık yaptıkları tarlada çalışırken gördüm. Acının da bir miadı vardı. Giden gitmiş yaşamak ağrısı hala kalanların omuzlarındaydı.

Daha 15-16 yaşlarında, bıyıkları terlememiş fidan gibi bir gençti. Yanına gittim, biraz laflamak daha çok da ona yardımcı olmak istedim. Domates fidesi dikiyordu toprağa. Küçük küçük çukurlar açıp çamurlu toprağın bağrını araladım, fideleri dikmesi için.

Çalışırken bir yandan da köyün öbür ucundaki mezarlıkta toprağın bağrında uyuyan babasını anlatıyordu. Ozanla aramızdaki muhabbeti iyi bilecek kadar yaş almıştı o da; “Babamın bu dünyada tek huzur bulduğu yer o kavaklıktı emmi” dedi. Akrabalık yoktu Ozanla aramızda ama çocukları emmi bellemişti beni.  Sesi çocukluğunun artık ebediyen bittiğini bilenlerin olgunluğundaydı.

İkimizde oturduk toprağın üzerine. O anlatmaya devam etti; “Annemle gençliklerinde eğri dalın altında buluşurlarmış hep. O yüzden yıllarca tüm kavak tüccarlarına hayır dedi, satmadı kimseye. Kardeşimin, spor ayakkabısı olmadığı için beden eğitimine giremediğini öğrendiğinde çok üzüldü. Bir hafta içinde sadece eğri dalı ayırarak bütün kavakları sattı. Tüccar da vazgeçmesinden korkmuş olacak ki hemencik eğri kavak dışındaki tüm ağaçları kesti.  Babam, o gün bıçkı seslerini duymamak için köyden çıktı, ilçeye gitti. Akşam karanlık çökerken geldiğinde elinde iki çift spor ayakkabısı, giysiler, tadını çoktan unuttuğumuz yiyecekler vardı. Çok güzeldi yemek o akşam. Annem öldüğünden bu yana evde eline almadığı bağlamanın başına geçip türküler yaktı. Annemin en sevdiği “Tatlı dillim, güler yüzlüm ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen” türküsünü defalarca, gözlerinden yaşlar boşanarak söyledi. Şaşırmış, ama babam sanki yaşama yeniden dönmüş gibi de sevinmiştim. Bu onun son gecesiymiş!”

Hiç bir şey söylemedim. Hayatının baharındaki delikanlının babasına veda sözlerini dinledim;

“şimdi anlıyorum ki, kavak ağaçlarının kesildiği gün babam da dünyayla bağını kesti. Annemle ilk buluştukları eğri kavağı işte bu yüzden satmadı, boynuna ipi orada geçireceğini biliyordu”

Göğsümü tıkayan kederi bastırıp yanından ayrılırken ozandan son dinlediğim türküyü mırıldanıyordum;

“Alları çıkarıp karalar geyip
Sen varıp ellerin sözüne uyup
Bir gün ben kendime kıyarım deyip
Urgan atmadığım dallar mı kaldı”

Özer AKDEMİR
EVRENSEL