Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi3
Bugün Toplam68
Toplam Ziyaret721834
Resim Tanıtım Köşesi

Japon resim sanatçısı “Ikushima Hiroshi” tarafından çizilmiş “5:55” adlı bu tablonun zarif doğasının keyfini çıkarın.

Osakalı resim sanatçısı “Ikushima Hiroshi”, zarif bulduğu çoğu bayanları, resimlerini çizmek için, atölyesine davet eder, ancak hep olumsuz yanıt alır, bu da onu karamsarlığa iter.

Aldığı olumsuz yanıtlar sonrası cesareti kırılan sanatçı, resim atölyesine yakın bir kamu dairesinde çalışan, atölyesinin önünden her gün gelip geçen tablodaki bu zarif bayanı, modelliğe ikna için, üç bayan arkadaşını seferber eder.

Bayan, mesai sonrası, her gün saat 5:55 ila 6:00 arasında, azami beş dakika atölyede bulunma kaydıyla, resim için model olmayı kabul eder. Duvardaki saatin “5:55”i göstermesi bu yüzdendir. Aslında vakit öğle sonudur, ancak sanatçı vakti resime “5:55” şeklinde yansıtmıştır.

Sanatçıya göre resim, abartılı şekilde fazla saf ton, çok sayıda da çizim hatası içermektedir. Çizim hataları kısıtlı zaman nedeniyle kaçınılmaz oluşmuştur. Bu yüzden sanatçı, tabloya uzaktan bakmayı tavsiye eder.

Tablo bugün, Tokyo'dan pek de uzak olmayan, elliden fazla resim sanatçısının dört yüz elliden fazla gerçekçilik tarzı tablolarının sergilendiği, Chiba Eyaleti'nde bulunan Hoki Müzesi'nde sergileniyor.

Müzede sergilenen tablolar arasında en çok rağbet gören bu tabloyu izleyen ziyaretçilerin en sık sordukları soru: Tablodaki modelin nerede olduğu.

Bilgi: Tabloya ve sanatçıya yönelik kimi bilgiler “iMedia” adlı sayfadan tedarik edilmiştir!

kosektas.net

Taşlama Töreni

KÖŞEKTAŞ'TA TAŞLAMA TÖRENİ

 

  Engin KORELLİ

Küçük bir çocukken, her çocuk gibi erkenden kalkar, kahvaltıyı yaptıktan hemen sonra kendimi dışarı atardım. O zamanlar Köşektaş adlı bir köyde yaşardık. Orada doğmuştum. Toz toprak içinde, taştan evleri, kerpiçten ağılları olan bir  yerdi. En önemlisi ise, biz çocuklar için  bir köy değil, oyun cennetiydi. Çünkü öyle bir yerdi ki, her şey bir oyuncaktı orada bize. Gerçekten elle tutulur, gözle görülür her nesne, ya da bir düş oyun kurmak için bir neden sayılabilirdi. Canlıymış, cansızmış hiç fark etmezdi bu durumda.

Taşlar örneğin: yalnız duvar yapımında kullanılan bir özellik teşkil etmezdi. Uygun olanlar bizim trenlerimiz, arabalarımız olurdu. Kamyon yapardık onlardan "tames greyder, yol ver birader", derdik arkası sıra. Daha düzgünleri Mercedes Benz 303' ümüz olurdu. Bunlar öyle büyük otobüslerdi ki, aynen beş kilometre ilerdeki Ankara- Kayseri yolundan gece gündüz, sık sık geçip gidenlere benzerlerdi. Bu nedenle de biz başka markaları ne bilir, ne de bellerdik. Yere çizdiğimiz yol üzerinde, uzun yolculuklara çıkardık bu otobüslerle. Adını duyduğumuz, ancak bir defa bile gidip görmediğimiz yerlere sanki özlememizi dile getirirdik. Hele bir uçak gördük mü havada, çocuklar hep bir ağızdan tempo tutardık. "Teyyare, teyyare, babama selam söyle!" Nerdeyse katıksız hepimizin de babası Almanya'da çalışırdı. "Almanya'da oturuyor" demezdik.  Çünkü bizim düşlerimizde, bizimle birlikte otururdu babalarımız. Hiç gitmesek de oralara, rüyalarını görürdük gitmediğimiz yerlerin, kentlerin. Ta o zamanlar bir uzaklık özlemine yakalanmışız da, ayrımına varamamışız bunun.

Taşlara dönecek olursak, hafif yassı olanlarını da Volkswagen yapardık. Onlara   tosbağa, derdik. Her nedense bu arabayı çok severdik. Çünkü o bizim oraların bozkırına çok iyi uyardı. Daha çok küçük bir çocukken, böyle bir arabam olması gerektiğini düşünür ve düş kurardım. Ahmetli bölgesiyle, Zavrak' ın bahçesi arasında, derenin kenarında otururdum. Köyün hemen kıyısına düşerdi bu yer.

Çok ince taşlar, aynı zamanda "helik" diye anılanlar, ince olduğu için, yalnız duvar yapımında, diğer kalın ve güçlü taşları desteklemekte kullanılmaz, aynı zamanda tek ayakla kaydırmakta kullanırdık bunları ve adına "kay kay", derdik. Yine bu taşları biraz yonttuğumuzda bisiklete benzerdi ve buna da "velespit" derdik.

Ayrıca taşlar öyle yumuşaktı ki, üzerine rahatça yazılar yazar, çizgiler çizer, resimler yapardık kazıyarak. Köşektaş'ta böyle yazısız duvar bulmak neredeyse olanaksızdı. Yaşlılar doğan çocuklarının doğum tarihini kazırlardı üzerlerine, unutmamak için.  Kente  ilk gittiklerinde de kütüğe geçirirlerdi ordan çıkardıkları tarihlerle. Yoksa o zamanlar öyle kolay değildi işi gücü bırakıp da yazın ortasında kente gidip çocuğunu kaydettirmek, ya da kışın, karda kıyamette rasgele kentin yolunu tutmak. Bunlar biraz da ayrıcalık sayılırdı açıkçası o zamanlar.

Tabi ki, çocukluk aşkları da duvarları süslerdi. O da kazınırdı taşlara. -evet taşlara kazınmış aşklar vardı o zamanlar! Cansız, hesapsız, anlamsız gibi dururlardı duvarlarda. Yoldan geçenler, kendilerinin de başından geçtiği için, gülümseyerek izlerlerdi, yavaş yavaş silinmesini. Sanki biraz da kendi tecrübelerinden bilirlermiş gibi, taşa kazılmış aşkların bir gün taşlaşacağını.

Bir de, adını taşa kazıdıkları çocukluk aşkları biriyle kaçtı mı, ya da ere gitti mi,  köyde "ere gitmek" evlenmek anlamına gelirdi - o duvarın önünden geçenler doğal olarak, gizli bir utanç ya da eziklik duyarlardı. Taşa kazınmış aşkların çok azı kavuşmuştur yarine. Benim bildiğim bir tanesi var ki, hala garipserim aklıma geldikçe. Bu da, ailesi sevdiğine vermeyen bir genç kızın, eline çeyizi sayılan çıkısını alarak, oğlanın evine sığındığı olaydır. Köyde buna "Oturudüşmek", derlerdi. Hem de, oba arasında da onay görürdü. Köyün ileri gelenleri gidip, kızın ailesinin icazetini alarak nikahını kıyarlar, "izinname"sini çıkarırlardı. Böylece oğlanı kimse suçlamayaz, mahkemeye veremezdi, kızın yaşı dolmamışsa bile. "A duydun mu gız, filanın gızı oturudüşmüş! Vallahi aşk olsun, yaman gızmış!", derlerdi.

Ben bir keresinde merak etmiş, annemle gidip bakmıştım. Kız odada oturuyordu. En güzel esvabını giyinmiş, hafiften süslenmiş, biraz da gözlerine sürme çekmiş, gelip oturmuş misafir odasına. Muhtarı  çağırmaya gitmiş teyzem. Ne yapıp edeceğini bilmiyormuş! Kız gelip oturudüşmüş. Ben tabii ki, o küçük aklımla oturudüşmeyi, herhalde yere düşmeyle, bir tarafı acımayla karıştırıyordum ki, şaşkın şaşkın bakmıştım. Kızın her hangi bir acısı olduğu farkedilmiyordu. Benim şaşkınlığıma bakıp gülümsüyordu kızcağız. Sonra annem başka bir odaya  geçtiğinde hemen arkasından gitmiş, fısıldayarak, "Bu kız yerinden kalkamıyor mu?" ya da "Şimdi bu kız yerinden kalkarsa, ailesi alıp götürür mü?" diye sormuştum. Annem de fısıldayarak bir şeyler anlatmıştı ya, ne var ki heyecandan tek bir sözcüğünü bile anlamamıştım. Sonra kızı başka odalarda da gördüm, iş yaparken de, evine oturudüştüğü oğlanla aile ziyaretleri yaparken de. Sokakta gördüğüm zaman anlamıştım ki, artık rahatça dışarı çıkabiliyor. Her nedense, yine de onun adına biraz korkmuştum.

Taş deyip de geçmeyin! O kadar önemsenmeyip sessiz bir varlık olarak duran ve kullanım alanı neredeyse yapı aracı olmakla sınırlı bulunan bu nesneler, o zamanlar bizim en sevgili oyuncaklarımızdı. Hele en küçükleri, çakıl taşı dediğimiz, kaypak taşları da karşılıklı taşlaşmakta kullanırdık. O zamanlar kafası böyle bir taşla yarılmamış çocuk bulmak, nerdeyse olanaksızdı. Bu gün bütün çocukların yakından tanıdığı, "Y"ye benzeyen lastik sapanlarımız dışında, bir de yılda bir kere elimize geçen örme sapanlarımız vardı ki, o, daha çok geleneksel bir anlam taşırdı.

Taşlaşma merasimi! Ben ninelerimden, dedelerimden anlatırlarken dinledim.

Bizim zamanımızda neredeyse gelenekten düşmeye,  köy yaşamından tard etmeye başlamıştı. Çünkü, çok uğraş istemesinin dışında, Köşektaş'a hem komşu, hem de akraba olan, aynı oymaktan, Herikli aşiretinden, Kızılağıl Köyü ile düşmanlığını artırdığı için, Köşektaş'a gelen ve o çevreden olmayan, gelenek dışı ilkokul öğretmenlerinin, köy enstütüsü mezunlarının çabaları sonucu ve onların etkilerine aldıkları, öğretmenlere saygı beslemeyi bir görgü kuralı sayan köy sakinleri, tabi ki o günlerin muhtarının da onayı ile, altmışlı yılların ortalarında kaldırılmış.

Nereden bilsin yabancı öğretmen, sapanla taşlaşma eğlencesinin, Herikli aşiretinin kendi geleneklerini sürdürme ve geçmişlerini saygıyla anma gereksinmesinden kaynaklandığını? Sanmışlar ki, iki köy birbirine düşmanlık beslediği için, bahar gelirken bibirleriyle, sapanla taşlaşma yoluyla kapışıyorlar.

Sultan nine me sorarsan, (köylülere kalırsa yüzüne Sultan Bacı, ya da herkesin peynirini tulumlara, ya da küplere basmakla meşhur, arkasından lakabıyla anılan  Gafer' dir.) bu olayın tarihçesi onun bile bilmeyeceği kadar eskilere dayanırmış. O bile annesinin kış boyunca, en güzel sapanı örmek için didinip durduğunu anımsarmış.

Sapanın en iyisi yünden, kirmenle eğirilerek yapılan ipliklerden örülürmüş. Sapanı yapacak olan kadın, ilk önce, kocasına ya da oğullarına, kendi içinde besleyip oluşturduğu renklerle başlarmış örmeye. İlk önce bir sicim kalınlığında, yarım metre bir tutkaç örerler, sonra da ona bir yumurta büyüklüğünde taşı kavrayıp taşıyacak biçimde bir yuvayı evirerek dokurlarmış. Sonra da bu yuvaya bir diğer kolu ekleyip  bitirirlermiş örme işini. Ördükleri sapanları komşularına bile göstermezler, ilk yaz kendini gösterene, taşlaşma  günü gelene kadar sabırsızlıkla beklerlermiş. Ninemin anlatmasına bakarsan, en softa kadınlar bile, "çıkar da şu yaptığın sapanı bir görelim", diyen komşularına, daha başlamadıklarına, ya da bitirmediklerine değin, olmadık yeminler ederlermiş.

Yalnız "o gün" gelip de çattığında, iki köyün de sakinleri, erkek-kadın, çoluk-çocuk, kız-kızan demeden, kendi köylerinin orta yerine, kuşluk vakti toplanmaya başlarlar ve bu toplanma bir saat içinde tamamlanırmış. Erkekler yaş, güç, ve yüreklilik sırasına göre guruplandırılırlarmış. En delikanlılar en ön saftlarda bir yerlerde taş atma ve yıldırma görevi üstlenirlermiş. Bu koçaklar taşları o kadar güçle fırlatırlar, o kadar uzaklara eriştirirlermiş ki, bir ok gibi ulaşırmış karşı tarafa. Böyle bir taşı yiyen de, kolay kolay bir dahaki taşlaşma törenlerinde pek gözükmez, ona, bir tür gazi olarak bakılırmış. Kimse de onunla alay etmez, onun önceki inatçı, kavgacı, Herik beyliğine de pek haram gelmezmiş. 

Doğal ki, taşlaşma töreni, iki köyün çocuklarının taşlaşmasıyla açılırmış. Çünkü  çocuklar taşları çok y'ıraklara kadar yetiştiremeyecekleri için, iyice birbirlerine yaklaşırlar, birbirlerini tanıyacak, yüz yüze vuruşacak denli karşılıklı döğüşürlermiş. Taşı yiyen yere yatar, arkada duran yaşlılar veya kendi aile üyeleri tarafından geriye çekilir, yarasına göre iyileştirme uygulanırmış. Eğer aldığı yara pek önemli değil ya da yalnız bir sıyrıksa, aileler, "bundan da yara mı olurmuş canım, git de kendine doğru dürüst bir yara seç ya da bir yara da sen aç da gel!", diye çocuklarını cesaretlendirirlermiş. Çocuklar bir yarım saati geçkin taşlaşıp da yoruldu mu, iç içe girerler, boğuşarak kıyıya doğru çekilirlermiş.

O zaman da izlemeye dayanamayan gençler devreye girerler, attıkları daha aralıklı taşlarla, diğer köyün gençlerine saldırı başlatarak, mevzi kazanmaya çalışırlarmış. Üstün gelen köyün gençleri, diğer köyün toplanma sınırına dayandı mıydı da, bu defa da en arkada bekleşen orta ve yaşlı grubu, kendi sınırlarına doğru yaklaşan güruhu püskürtmek için, atağa kalkarlarmış. Bu karşılıklı ataklar saatlerce sürer, her iki köyün de gençleri ve orta yaşlıları yaptıkları bu hücumlarla sınırlara gider gider gelirlermiş. Kadınlar ise  gözleri kendi kocalarının ve çocuklarının üzerinde kaygıyla dolaşırken, bir taraftan da onlara taş taşırlar, yetiştirirlermiş.

Karşı köyün sınırını her ne pahasına olursa olsun, direnç ve çabayla, atılım ve kıvrak hareketlerle yaran akıncılar, diğer köyün gençlerini kendi köylerinin içlerine kadar kovalarlar; arkadan da çocuklar, orta yaşlılar ve taş taşıyan yardımcı kuvvetler, çil yavrusu gibi dağılırlarmış.

Durumu kurtarmaya çalışan, yenilen köyün yaşlı kurulu, bir işaretle, arkada koşumlu bekleşen at arabalarına kadınları, yaşlıları ve küçük kaçamayan çocukları bindirip kendi köylerine ulaştırma emrini çıkarırlarmış. Aynı  anda taşlaşma yerinden yıldırım gibi fırlayan köyün atları, ter su  içinde, arabaların arka tekerlerinden balçıklar sıçratarak bir kaç dakika içinde kendi köylerinin orta yerine ulaşırlarmış.

Kadınlar hemen bozguna uğrayan yavrularına kanatlarını gererler, köyün yaşlı kurulu da köye ilerleyen akıncı gurubu her hangi bir olaya meydan vemesin diye, hep şu aynı öyküyü anlatırmış. "Yaptığınız ayıp sizin, bir de akraba olacaksınız. Sizin köy de bizim köy içinden çıktı. Deli İbrahim, zamanında babasına kızıp terketmiş  Kızılağıl'ı. Sonra  da, yanına Kalecik'ten Herikli Beyi hem kendi oğlunu vermiş, hem de yanına kattığı bir kaç aileyle şimdiki Köşektaş'a gelip yerleşmişler. Bizimkiler de yardım etmişler, başlarına bir iş gelince, ya da diğer oymaklar baskı yapınca. Hep birlikte kovalamışız, Sarılar'ın, Barak' ın uşaklarını. İnanmıyorsanız, dedelerinize sorun da söylesinler, Köşektaşlıların Heriklilerin asileri olduğunu. "Böylece, hem kendi çocuklarını, hem de akıncı  köyün gençlerini engellerlermiş.

Öyle bir taşlaşma töreni ki, köyün yaşlıları araya girdi mi, kimse elini kaldırıp taş atmazmış. O an taşlar yere atılır, sapanlar ceplere sokulur, yenilen köyün meydanında, bu kez de barışma töreni uygulanırmış. Muhtar hemen bir şerbet hazırlattırır, diğer köylülere sunulur, hep birlikte içilir, kaçak atlıların akşam kızıllığında köylere sokularak ev ev üleştirdikleri, o sarı yasak  tütünler tüttürülürmüş. Sonra da yenen köylüler, gönenerek, "amma yendik", diye böbürlenerek, kendi köylerinin yolunu tutarlar, en iyi taş atan sapanı yapan kadının adı da, gelecek yıl tekrarlanan taşlaşma törenine kadar övülerek anılırmış.

Agustos 2000,

Engin KORELLİ.



 
Narcissus ve Goldmund


Mariabronn Manastırı

Narcissus ve Goldmund
Hermann Hesse

Alman yazar Hermann Hesse tarafından yazılmış olan "Narcissus ve Goldmund", iki zıt karakter aracılığıyla, insan doğasının ikiliğini araştıran felsefi bir roman.

Hikaye Orta Çağ Almanya'sında geçiyor ve zıt kişiliklere sahip iki arkadaşın etrafında dönüyor. Narkissos, manastırda kapalı, disiplin ve düzen dolu bir yaşamı seçen bir entelektüel, Goldmund ise dünyayı keşfetmek için manastırdan ayrılan, tutkulu ve meraklı, özgürlüğü seven bir birey.

Roman, ikisinin Mariabronn Manastırı'ndaki buluşmasıyla başlıyor, acemi bir keşiş olan Narcissus, Goldmund'u kanatları altına alıyor. Narcissus münzevi hayatından memnunken, Goldmund çok geçmeden manastırdan ayrılıyor, macera dolu bir yolculuğa çıkıyor.

Goldmund'un yolculuğu romantik, şehvetli ve zahmetli geçmesiyle dikkat çekiyor, sevinçleri, zorlukları, sevgiyi ve kaybı yaşıyor, sonunda hayatın kasvetli ve şehvetli yönlerini kucaklayabilen bir gezgin kimliğine kavuşuyor. Goldmund'un yolculuğu boyunca sürdüğü hayat, insan doğasının ikiliğini yansıtan keskin zıtlıkları içeriyor.

"Narcissus ve Goldmund" sadece iki arkadaşın hikayesini değil; derin felsefi ve psikolojik temaları da derinlemesine inceliyor. Roman, hayatın ikilemini araştırıyor: Apolloncu anlayış (düzen, disiplin ve zeka) Narkissos tarafından temsil ediliyor, Dionysosçu anlayış (aşk, merak ve tutku) Goldmund tarafından. Roman aynı zamanda, ruhsal ile fiziksel, bilinçli ile bilinçsiz, zihin ile beden, sonlu ile sonsuz arasındaki gerilimi de inceliyor.

Sonunda Goldmund, yıllarca dolaştıktan sonra, manastıra geri dönüyor ve orada ölüyor. Narcissus, zıt yaşam anlayışına sahip olmuş olmalarına rağmen, paylaştıkları derin bağın farkına varıyor ve Goldmund’u vakitsiz kaybetmiş olmanın üzüntüsünü yaşıyor.

 
Hermann Hesse'nin "Narcissus ve Goldmund" adlı kitabının Türkçe, Almanca ve İngilizce PDF sürümleri burada:

Türkçe  DeutschEnglish
TıklaKlickeClick




Bilgi: Bu sütuna aktarılmış bilgiler, Britannica sayfası aracılığıyla edinilmiş bilgilerdir.

kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası