Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi2
Bugün Toplam205
Toplam Ziyaret813498
Kitap Tanıtım Köşesi


𝐀𝐍𝐀𝐃𝐎𝐋𝐔’𝐃𝐀 𝐃Ö𝐑𝐓 𝐁İ𝐍 𝐘𝐈𝐋𝐈 𝐘𝐀Ş𝐀𝐘𝐀𝐍𝐋𝐀𝐑
Hüseyin SEYFİ

Başlık, Aralık 2016’da yayımlanmış kitabımın adı. Ankara, Grafiker yayınlarından çıktı. 224 sayfayı kapsıyor. Önemli dağıtım ve satış noktalarında satışa sunulmuş durumda.

Kitaba epeyce emek verdim. Fasılalarla on yıldan fazla çalıştım desem yeridir.
Milat Öncesinden altmış yetmiş yıl öncesine, altmış yetmiş yıl öncesinden de dört bin yıl öncesine tutulan ayna ve aynadan yansıyan fragmanlar. Anılar, gözlemler, belgeler, kaynaklar ve küçük kurgular. Yaşadıklarımız, dinlediklerimiz…

Zamanımızdan yetmiş yıl öncesinin sosyal, politik, ekonomik, kültürel, sağlık, inanç konularının asırlarca yıl öncesi ile karşılaştırma. Benzer ve ayrı yönleri, yani değişenler değişmeyenler. Ritüeller, masallar, mitolojiler, inançlar. Atlar, trenler, kırlangıçlar, yılanlar, inekler, koyunlar kuzular…

Altmışının üstünde her Anadolu insanının ,“Aaa, bu bizim köyde vardı, ya da bu bizim oralara çok benziyor,” diyerek okuyacağı bir kitap.

“İşduşnaya, ‘soyun, seni koyun yününe yatıracağım’ dedi. Puşara’nın giysilerini çıkartmasına yardım etti. Puşara, anadan doğma çırılçıplak soyundu. Açık havada, güneşe karşı koyun yünü ile sarındı sarmalandı, evin arkasına, güney tarafa yattı. Ağustos güneşinin tepeden kızdırmasıyla Puşara, duvar dibinde terledi, acıları hafifledi…”

“O, ne kadar süslenirse süslensin, kral olduğu kadar aynı zamanda önünde baş eğip selam verdiği, ellerini havaya kaldırıp, yalvarıp yakardığı otoritenin, tanrının kulu, kölesi, uşağı olduğunun farkındadır…”

Hüseyin SEYFİ

Taşlama Töreni

KÖŞEKTAŞ'TA TAŞLAMA TÖRENİ

 

  Engin KORELLİ

Küçük bir çocukken, her çocuk gibi erkenden kalkar, kahvaltıyı yaptıktan hemen sonra kendimi dışarı atardım. O zamanlar Köşektaş adlı bir köyde yaşardık. Orada doğmuştum. Toz toprak içinde, taştan evleri, kerpiçten ağılları olan bir  yerdi. En önemlisi ise, biz çocuklar için  bir köy değil, oyun cennetiydi. Çünkü öyle bir yerdi ki, her şey bir oyuncaktı orada bize. Gerçekten elle tutulur, gözle görülür her nesne, ya da bir düş oyun kurmak için bir neden sayılabilirdi. Canlıymış, cansızmış hiç fark etmezdi bu durumda.

Taşlar örneğin: yalnız duvar yapımında kullanılan bir özellik teşkil etmezdi. Uygun olanlar bizim trenlerimiz, arabalarımız olurdu. Kamyon yapardık onlardan "tames greyder, yol ver birader", derdik arkası sıra. Daha düzgünleri Mercedes Benz 303' ümüz olurdu. Bunlar öyle büyük otobüslerdi ki, aynen beş kilometre ilerdeki Ankara- Kayseri yolundan gece gündüz, sık sık geçip gidenlere benzerlerdi. Bu nedenle de biz başka markaları ne bilir, ne de bellerdik. Yere çizdiğimiz yol üzerinde, uzun yolculuklara çıkardık bu otobüslerle. Adını duyduğumuz, ancak bir defa bile gidip görmediğimiz yerlere sanki özlememizi dile getirirdik. Hele bir uçak gördük mü havada, çocuklar hep bir ağızdan tempo tutardık. "Teyyare, teyyare, babama selam söyle!" Nerdeyse katıksız hepimizin de babası Almanya'da çalışırdı. "Almanya'da oturuyor" demezdik.  Çünkü bizim düşlerimizde, bizimle birlikte otururdu babalarımız. Hiç gitmesek de oralara, rüyalarını görürdük gitmediğimiz yerlerin, kentlerin. Ta o zamanlar bir uzaklık özlemine yakalanmışız da, ayrımına varamamışız bunun.

Taşlara dönecek olursak, hafif yassı olanlarını da Volkswagen yapardık. Onlara   tosbağa, derdik. Her nedense bu arabayı çok severdik. Çünkü o bizim oraların bozkırına çok iyi uyardı. Daha çok küçük bir çocukken, böyle bir arabam olması gerektiğini düşünür ve düş kurardım. Ahmetli bölgesiyle, Zavrak' ın bahçesi arasında, derenin kenarında otururdum. Köyün hemen kıyısına düşerdi bu yer.

Çok ince taşlar, aynı zamanda "helik" diye anılanlar, ince olduğu için, yalnız duvar yapımında, diğer kalın ve güçlü taşları desteklemekte kullanılmaz, aynı zamanda tek ayakla kaydırmakta kullanırdık bunları ve adına "kay kay", derdik. Yine bu taşları biraz yonttuğumuzda bisiklete benzerdi ve buna da "velespit" derdik.

Ayrıca taşlar öyle yumuşaktı ki, üzerine rahatça yazılar yazar, çizgiler çizer, resimler yapardık kazıyarak. Köşektaş'ta böyle yazısız duvar bulmak neredeyse olanaksızdı. Yaşlılar doğan çocuklarının doğum tarihini kazırlardı üzerlerine, unutmamak için.  Kente  ilk gittiklerinde de kütüğe geçirirlerdi ordan çıkardıkları tarihlerle. Yoksa o zamanlar öyle kolay değildi işi gücü bırakıp da yazın ortasında kente gidip çocuğunu kaydettirmek, ya da kışın, karda kıyamette rasgele kentin yolunu tutmak. Bunlar biraz da ayrıcalık sayılırdı açıkçası o zamanlar.

Tabi ki, çocukluk aşkları da duvarları süslerdi. O da kazınırdı taşlara. -evet taşlara kazınmış aşklar vardı o zamanlar! Cansız, hesapsız, anlamsız gibi dururlardı duvarlarda. Yoldan geçenler, kendilerinin de başından geçtiği için, gülümseyerek izlerlerdi, yavaş yavaş silinmesini. Sanki biraz da kendi tecrübelerinden bilirlermiş gibi, taşa kazılmış aşkların bir gün taşlaşacağını.

Bir de, adını taşa kazıdıkları çocukluk aşkları biriyle kaçtı mı, ya da ere gitti mi,  köyde "ere gitmek" evlenmek anlamına gelirdi - o duvarın önünden geçenler doğal olarak, gizli bir utanç ya da eziklik duyarlardı. Taşa kazınmış aşkların çok azı kavuşmuştur yarine. Benim bildiğim bir tanesi var ki, hala garipserim aklıma geldikçe. Bu da, ailesi sevdiğine vermeyen bir genç kızın, eline çeyizi sayılan çıkısını alarak, oğlanın evine sığındığı olaydır. Köyde buna "Oturudüşmek", derlerdi. Hem de, oba arasında da onay görürdü. Köyün ileri gelenleri gidip, kızın ailesinin icazetini alarak nikahını kıyarlar, "izinname"sini çıkarırlardı. Böylece oğlanı kimse suçlamayaz, mahkemeye veremezdi, kızın yaşı dolmamışsa bile. "A duydun mu gız, filanın gızı oturudüşmüş! Vallahi aşk olsun, yaman gızmış!", derlerdi.

Ben bir keresinde merak etmiş, annemle gidip bakmıştım. Kız odada oturuyordu. En güzel esvabını giyinmiş, hafiften süslenmiş, biraz da gözlerine sürme çekmiş, gelip oturmuş misafir odasına. Muhtarı  çağırmaya gitmiş teyzem. Ne yapıp edeceğini bilmiyormuş! Kız gelip oturudüşmüş. Ben tabii ki, o küçük aklımla oturudüşmeyi, herhalde yere düşmeyle, bir tarafı acımayla karıştırıyordum ki, şaşkın şaşkın bakmıştım. Kızın her hangi bir acısı olduğu farkedilmiyordu. Benim şaşkınlığıma bakıp gülümsüyordu kızcağız. Sonra annem başka bir odaya  geçtiğinde hemen arkasından gitmiş, fısıldayarak, "Bu kız yerinden kalkamıyor mu?" ya da "Şimdi bu kız yerinden kalkarsa, ailesi alıp götürür mü?" diye sormuştum. Annem de fısıldayarak bir şeyler anlatmıştı ya, ne var ki heyecandan tek bir sözcüğünü bile anlamamıştım. Sonra kızı başka odalarda da gördüm, iş yaparken de, evine oturudüştüğü oğlanla aile ziyaretleri yaparken de. Sokakta gördüğüm zaman anlamıştım ki, artık rahatça dışarı çıkabiliyor. Her nedense, yine de onun adına biraz korkmuştum.

Taş deyip de geçmeyin! O kadar önemsenmeyip sessiz bir varlık olarak duran ve kullanım alanı neredeyse yapı aracı olmakla sınırlı bulunan bu nesneler, o zamanlar bizim en sevgili oyuncaklarımızdı. Hele en küçükleri, çakıl taşı dediğimiz, kaypak taşları da karşılıklı taşlaşmakta kullanırdık. O zamanlar kafası böyle bir taşla yarılmamış çocuk bulmak, nerdeyse olanaksızdı. Bu gün bütün çocukların yakından tanıdığı, "Y"ye benzeyen lastik sapanlarımız dışında, bir de yılda bir kere elimize geçen örme sapanlarımız vardı ki, o, daha çok geleneksel bir anlam taşırdı.

Taşlaşma merasimi! Ben ninelerimden, dedelerimden anlatırlarken dinledim.

Bizim zamanımızda neredeyse gelenekten düşmeye,  köy yaşamından tard etmeye başlamıştı. Çünkü, çok uğraş istemesinin dışında, Köşektaş'a hem komşu, hem de akraba olan, aynı oymaktan, Herikli aşiretinden, Kızılağıl Köyü ile düşmanlığını artırdığı için, Köşektaş'a gelen ve o çevreden olmayan, gelenek dışı ilkokul öğretmenlerinin, köy enstütüsü mezunlarının çabaları sonucu ve onların etkilerine aldıkları, öğretmenlere saygı beslemeyi bir görgü kuralı sayan köy sakinleri, tabi ki o günlerin muhtarının da onayı ile, altmışlı yılların ortalarında kaldırılmış.

Nereden bilsin yabancı öğretmen, sapanla taşlaşma eğlencesinin, Herikli aşiretinin kendi geleneklerini sürdürme ve geçmişlerini saygıyla anma gereksinmesinden kaynaklandığını? Sanmışlar ki, iki köy birbirine düşmanlık beslediği için, bahar gelirken bibirleriyle, sapanla taşlaşma yoluyla kapışıyorlar.

Sultan nine me sorarsan, (köylülere kalırsa yüzüne Sultan Bacı, ya da herkesin peynirini tulumlara, ya da küplere basmakla meşhur, arkasından lakabıyla anılan  Gafer' dir.) bu olayın tarihçesi onun bile bilmeyeceği kadar eskilere dayanırmış. O bile annesinin kış boyunca, en güzel sapanı örmek için didinip durduğunu anımsarmış.

Sapanın en iyisi yünden, kirmenle eğirilerek yapılan ipliklerden örülürmüş. Sapanı yapacak olan kadın, ilk önce, kocasına ya da oğullarına, kendi içinde besleyip oluşturduğu renklerle başlarmış örmeye. İlk önce bir sicim kalınlığında, yarım metre bir tutkaç örerler, sonra da ona bir yumurta büyüklüğünde taşı kavrayıp taşıyacak biçimde bir yuvayı evirerek dokurlarmış. Sonra da bu yuvaya bir diğer kolu ekleyip  bitirirlermiş örme işini. Ördükleri sapanları komşularına bile göstermezler, ilk yaz kendini gösterene, taşlaşma  günü gelene kadar sabırsızlıkla beklerlermiş. Ninemin anlatmasına bakarsan, en softa kadınlar bile, "çıkar da şu yaptığın sapanı bir görelim", diyen komşularına, daha başlamadıklarına, ya da bitirmediklerine değin, olmadık yeminler ederlermiş.

Yalnız "o gün" gelip de çattığında, iki köyün de sakinleri, erkek-kadın, çoluk-çocuk, kız-kızan demeden, kendi köylerinin orta yerine, kuşluk vakti toplanmaya başlarlar ve bu toplanma bir saat içinde tamamlanırmış. Erkekler yaş, güç, ve yüreklilik sırasına göre guruplandırılırlarmış. En delikanlılar en ön saftlarda bir yerlerde taş atma ve yıldırma görevi üstlenirlermiş. Bu koçaklar taşları o kadar güçle fırlatırlar, o kadar uzaklara eriştirirlermiş ki, bir ok gibi ulaşırmış karşı tarafa. Böyle bir taşı yiyen de, kolay kolay bir dahaki taşlaşma törenlerinde pek gözükmez, ona, bir tür gazi olarak bakılırmış. Kimse de onunla alay etmez, onun önceki inatçı, kavgacı, Herik beyliğine de pek haram gelmezmiş. 

Doğal ki, taşlaşma töreni, iki köyün çocuklarının taşlaşmasıyla açılırmış. Çünkü  çocuklar taşları çok y'ıraklara kadar yetiştiremeyecekleri için, iyice birbirlerine yaklaşırlar, birbirlerini tanıyacak, yüz yüze vuruşacak denli karşılıklı döğüşürlermiş. Taşı yiyen yere yatar, arkada duran yaşlılar veya kendi aile üyeleri tarafından geriye çekilir, yarasına göre iyileştirme uygulanırmış. Eğer aldığı yara pek önemli değil ya da yalnız bir sıyrıksa, aileler, "bundan da yara mı olurmuş canım, git de kendine doğru dürüst bir yara seç ya da bir yara da sen aç da gel!", diye çocuklarını cesaretlendirirlermiş. Çocuklar bir yarım saati geçkin taşlaşıp da yoruldu mu, iç içe girerler, boğuşarak kıyıya doğru çekilirlermiş.

O zaman da izlemeye dayanamayan gençler devreye girerler, attıkları daha aralıklı taşlarla, diğer köyün gençlerine saldırı başlatarak, mevzi kazanmaya çalışırlarmış. Üstün gelen köyün gençleri, diğer köyün toplanma sınırına dayandı mıydı da, bu defa da en arkada bekleşen orta ve yaşlı grubu, kendi sınırlarına doğru yaklaşan güruhu püskürtmek için, atağa kalkarlarmış. Bu karşılıklı ataklar saatlerce sürer, her iki köyün de gençleri ve orta yaşlıları yaptıkları bu hücumlarla sınırlara gider gider gelirlermiş. Kadınlar ise  gözleri kendi kocalarının ve çocuklarının üzerinde kaygıyla dolaşırken, bir taraftan da onlara taş taşırlar, yetiştirirlermiş.

Karşı köyün sınırını her ne pahasına olursa olsun, direnç ve çabayla, atılım ve kıvrak hareketlerle yaran akıncılar, diğer köyün gençlerini kendi köylerinin içlerine kadar kovalarlar; arkadan da çocuklar, orta yaşlılar ve taş taşıyan yardımcı kuvvetler, çil yavrusu gibi dağılırlarmış.

Durumu kurtarmaya çalışan, yenilen köyün yaşlı kurulu, bir işaretle, arkada koşumlu bekleşen at arabalarına kadınları, yaşlıları ve küçük kaçamayan çocukları bindirip kendi köylerine ulaştırma emrini çıkarırlarmış. Aynı  anda taşlaşma yerinden yıldırım gibi fırlayan köyün atları, ter su  içinde, arabaların arka tekerlerinden balçıklar sıçratarak bir kaç dakika içinde kendi köylerinin orta yerine ulaşırlarmış.

Kadınlar hemen bozguna uğrayan yavrularına kanatlarını gererler, köyün yaşlı kurulu da köye ilerleyen akıncı gurubu her hangi bir olaya meydan vemesin diye, hep şu aynı öyküyü anlatırmış. "Yaptığınız ayıp sizin, bir de akraba olacaksınız. Sizin köy de bizim köy içinden çıktı. Deli İbrahim, zamanında babasına kızıp terketmiş  Kızılağıl'ı. Sonra  da, yanına Kalecik'ten Herikli Beyi hem kendi oğlunu vermiş, hem de yanına kattığı bir kaç aileyle şimdiki Köşektaş'a gelip yerleşmişler. Bizimkiler de yardım etmişler, başlarına bir iş gelince, ya da diğer oymaklar baskı yapınca. Hep birlikte kovalamışız, Sarılar'ın, Barak' ın uşaklarını. İnanmıyorsanız, dedelerinize sorun da söylesinler, Köşektaşlıların Heriklilerin asileri olduğunu. "Böylece, hem kendi çocuklarını, hem de akıncı  köyün gençlerini engellerlermiş.

Öyle bir taşlaşma töreni ki, köyün yaşlıları araya girdi mi, kimse elini kaldırıp taş atmazmış. O an taşlar yere atılır, sapanlar ceplere sokulur, yenilen köyün meydanında, bu kez de barışma töreni uygulanırmış. Muhtar hemen bir şerbet hazırlattırır, diğer köylülere sunulur, hep birlikte içilir, kaçak atlıların akşam kızıllığında köylere sokularak ev ev üleştirdikleri, o sarı yasak  tütünler tüttürülürmüş. Sonra da yenen köylüler, gönenerek, "amma yendik", diye böbürlenerek, kendi köylerinin yolunu tutarlar, en iyi taş atan sapanı yapan kadının adı da, gelecek yıl tekrarlanan taşlaşma törenine kadar övülerek anılırmış.

Agustos 2000,

Engin KORELLİ.



 
Kitap Tanıtım Köşesi


𝐀𝐍𝐀𝐃𝐎𝐋𝐔’𝐃𝐀 𝐃Ö𝐑𝐓 𝐁İ𝐍 𝐘𝐈𝐋𝐈 𝐘𝐀Ş𝐀𝐘𝐀𝐍𝐋𝐀𝐑
Hüseyin SEYFİ

Köşektaşlı öğretmen Hüseyin Seyfi’nin yazdığı "Anadolu'da Dört Bin Yılı Yaşayanlar" adlı kitap, Anadolu'nun binlerce yıllık geçmişi ile yakın tarihi arasındaki sürekliliği ve şaşırtıcı benzerlikleri inceleyen bir sosyolojik çalışma.

Kitap, yazarın kişisel gözlem ve deneyimleri üzerinden ilerleyerek, Anadolu insanına özgü sosyal, ekonomik ve kültürel hayatta değişen ve değişmeyen unsurları araştırıyor.

Kitabın İçeriği ve Yaklaşımı

Öğretmen Hüseyin Seyfi, binlerce yıllık bir zaman diliminde Anadolu'da yaşamın ne kadar değiştiğini ve neyin değişmeden kaldığını sorguluyor.

Kısaca Ana Konular:

Zamansal Süreklilik: Çalışma, uzak geçmiş ile 50-60 yıl öncesine kadar olan yakın geçmiş arasına sosyolojik bir ayna tutuyor.

Değişim ve Değişmezlik: Bin yıllar içinde sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamda gerçekleşen değişimler ile köklü bir şekilde devam eden gelenek ve alışkanlıklar karşılaştırılıyor.

Anadolu İnsanının Portresi: Öğretmen Hüseyin Seyfi, bu kadim coğrafyada yaşamış ve yaşamakta olan insanların deneyimleri, mücadeleleri ve hayata bakışları üzerinden bir anlatı sunuyor.

Kitabı Edinebilme Seçenekleri:
Kitap, Türkiye'deki ve Almanya’daki kitapçılarda ve yayınevi sitelerinde satılmakta.

amazon.com.tr: Kitabın listelendiği sayfada fiyat 75,00 TL olarak görünmekte.

hepsiburda.com: "Grafiker Yayınları Anadolu'da Dört Bin Yıl Yaşayanlar" başlığıyla satışa sunulmuş.

ekinkitap.com: Sitede 82,00 TL fiyatla listelenmiş.

kolnkutuphane.de: Avrupa’da yaşayanlar kitabı, Köln Kütüphane’den, 9,06 Euro karşılığında edinebilirler.

📚 Kitap ve Yazar Hakkında Temel Bilgiler
· Yazar: Hüseyin Seyfi
· Yayıncı: Grafiker Yayınları
· İlk Basım Tarihi: 1 Aralık 2016
· Sayfa Sayısı: 228
· ISBN: 978-6059247436

Hüseyin Seyfi, 1953 Köşektaş doğumludur. İktisat fakültesi kamu yönetimi bölümünü bitirmiş, öğretmenlik ve turizm gibi görevlerde çalışmıştır. Yerel gazete ve dergilerde yazıları yayımlanmış, "Gün Sürüyor Yıldızlar" adlı bir şiir kitabı bulunmaktadır. Halen Avanos'ta yaşamaktadır.



kosektas.net, Köşektaş Köyü Bilgisunum Sayfası